BÜYÜMEYE GEÇMEK ZORUNDAYIZ

Nuri GÜRGÜR Türk Yurdu (Haziran 2002)

Son günlerde yayımlanan çeşitli araştırmalar, içinde yaşadığımız şartların ağırlığını bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Problemin sadece ekonomiyle sınırlı bulunmadığı giderek daha iyi anlaşılıyor. Türkiye'yi derinden sarsan Kasım ve Şubat krizlerinin aslında birer sonuç oldukları, bunların kaynağının birbirini tetikleyen ve geniş alanlara yayılmış olan değişik faktörlere dayalı bulunduğu ortaya çıkıyor.

Sebepler ne olursa olsun toplum günden güne yoğunlaşan psikolojik bunalım ve karamsarlık dalgasının altında eziliyor. Anket sonuçları insanımızın yarıya yakın kısmının mutsuz olduğunu gösteriyor. Bu umutsuzluğun yansıması olarak yüksek öğrenimini tamamlayan gençlerimizin yüzde yetmişi bir yol bularak yurt dışına çıkmak istiyor. Geçen yıl Bilkent Üniversitesi'nin Elektrik -Elektronik Bölümünden mezun olan 54 gencin 32'si ABD'ne gitmiş. Kalanların bir bölümü daha aradan geçen zaman zarfında gidenlere katılmış olabilir. Bunlar ülkemizin iyi yetişmiş, nitelikli ve seçkin beyinleridir. Kendimizi AB ile kıyaslarken, önemli bir avantajımız olarak belirttiğimiz "genç nüfus" un kaymak tabakasını hızla kaybettiğimizin farkında mıyız? Bir taraftan yabancı sermaye girmiyor diye yakınırken, ondan çok daha önemli bir varlığımızı, beyin gücümüzü yitiriyoruz. Bunun telâfisinin imkânını asla bulamayacağız ve eksikliğini nesiller boyu acı şekilde hissedeceğiz.

Oysa çok değil, on-onbeş yıl kadar önce çok farklı bir ortam vardı. Sovyetler dağılıyor, Avrasya'nın siyasi haritası yeniden şekilleniyordu. En önemlisi ay-yıldızlı bayrağımızın yanında bağımsızlığına kavuşan beş Türk Cumhuriyeti'nin bayrağı daha dalgalanmaya başlamıştı. Türk Dünyası'nın öncü ülkesi durumundaki Türkiye'nin, büyük bir potansiyel yakaladığı ve kısa sürede bölgesel bir güç hâline geleceği görüşü Batı'lı ülkelerde geniş destek buluyordu. Türkiye'de ise, o zamana kadar Türk Dünyası'ndan bahsetmeyi sakıncalı gören, bunu milliyetçi kesime has maceracı bir eğilim ve muhayyel bir iddia sayan geleneksel entellektüel zihniyet önemli ölçüde kırılmıştı. Türk Dünyası konusu artık Devlet'in resmi politikasının mihverini oluşturuyordu. Önce Özal, müteakiben Demirel Cumhurbaşkanı sıfatıyla sık sık Türk Cumhuriyetlerini ziyaret ediyor, Devlet Başkanları düzeyinde doğrudan ilişkiler kurulmasını sağlıyorlardı. Demirel'in "Adriyatik kıyılarından Çin Seddi'ne kadar uzanan Türk Dünyası" ifadesi tarihi bir mesaj hâlinde dilden dile dolaşıyordu. Yeni yüzyılın "Türk asrı" olacağı kanaati heyecanla paylaşılıyordu. Bir çoklarına göre "tarih makas değiştiriyordu".

Türkiye ekonomisinin dış görüntüsü bu dönemde olumlu işaretler veriyordu. Millî gelirimiz beş yılda katlanarak artmış, 3000 dolar gibi hatırı sayılır bir seviyeye ulaşmıştı. Uzun yıllar sınırlı bir kapasitenin dışına çıkamayan ihracatımız aynı dönemde hızlı bir tırmanışa geçmiş 25 milyar dolar hacmine ulaşmıştı. Buna turizmdeki gelir patlaması da eklendiğinde kronik döviz dar boğazının aşılmakta olduğu inancı kesinlik kazanıyordu. Bu arada PKK terörü giderek tırmanıyor bu durum maddi ve manevi açıdan önemli kayıplara yol açıyordu. Buna rağmen karamsarlık söz konusu değildi, yarınlar umut çağrıştırıyordu.

Sonra her şey süratle değişmeye başladı. Ancak olumsuz gelişmeler alttan alta seyrediyor, genellikle gözlerden kaçıyordu. Olumsuzlukların miladını 1991'de başlayan "koalisyonlar dönemi" saymak yanlış olmaz. Bu yıllarda merkez sağ partiler arasındaki siyasi rekabet hızla tırmandı ve âdeta bir kan davası hâlini aldı. Liderler birbirlerinin ayağını kaydırmak, açık düşürmek ve politikadan dışarıya itelemek için bütün imkânları denemeye başladılar. Yönetimin istikrar ihtiyacını kimse düşünmüyordu.

Ekonominin temel kuralları sür'atle bir kenara fırlatıldı. Rasyonel yönetim tarzı ve gerçekçi hesaplar yerine "kim ne verirse benden beş fazlası" gibi populizmin şaheser örneği bir slogan temel ilke olarak benimsendi. Bankacılık alanında, özel bankalar, yabancı finans çevreleri ve Merkez Bankası arasında tam bir "saadet zinciri" kuruldu. Devlet garantisi altında dışardan piyasa rayici üzerinde faizle döviz kredisi sağlanıyor, ülkeye getirilen döviz hazine bonosu ve tahvil satın alınarak Türk parasına çevriliyordu. Uygulamadan bütün taraflar son derece memnundu. Yabancı finansörler başka ülkelerde bulamayacakları boyutta faizlerle yüksek kârlar sağlıyorlar, özel bankalar tahvil ve bonoların çok yüksek faiziyle aldıkları kredilerin maliyetini ödedikten sonra bilânçolarına büyük kazançlar ekliyorlar, Merkez Bankası ise gırtlağına kadar dövizle dolup taşıyordu. Bu döviz rezervinin maliyetini ve taşıdığı riski kimse düşünmek istemiyordu. Ancak devletin borç yükü her yıl önemli ölçüde artıyor, bunlara ödenen faizler hızla kabarıyordu. Nitekim Türkiye'nin 2000 yılına gelindiğinde, on yıl zarfında ödediği faiz 175 milyar dolara ulaşmıştı. 2000 yılındaki faiz ödemesi ise 32 milyardı. Faiz ödemeleri toplam vergi hasılatının üzerine çıkmış devletin vergi gelirlerini faiz ödemelerini karşılayamaz duruma gelmişti.

Bankacılık alanındaki bu çöküşte kamu bankalarının da önemli katkısı oldu. Çünkü devletin kontrolündeki bankalar finansal sistemin işlemesinin önemli bir aracı olmaktan çıkmış, politikacıların hoyratça kullandıkları siyaset ve çıkar alanı hâline getirilmişti. Koalisyonlar kurulurken en sıkı pazarlıklar bu bankaların paylaşımı konusunda yapılıyor; yönetimlere konuya vakıf, nitelikli ve ilkeli insanlar değil verilen talimatları harfiyen uygulayacak kimseler seçiliyordu. Böylece bankacılık kuralları rafa kaldırıldı. Ciddi teminatlar alınmadan yakın çevrelere astronomik krediler saçıldı. Bunların geri dönmediği görüldüğünde, tahsilât imkânı olmadığından, ya yenilendiler yahut banka bilançolarında ustalıklı makyajlarla kamufle edildiler. Bankacılık sistemi giderek tamamıyla rayından çıktı ve kamu açıklarının finanse edildiği örtülü Merkez Bankası kaynaklarına dönüştürüldü. Sonuçta konuya IMF el attığı dönemlere gelindi ve yıllarca "görev zararı" adıyla gizlenen yağmalamanın bedelinin Türkiye hazinesine 20 milyar dolar gibi muazzam bir hacme ulaştığı görüldü.

Devlet kaynaklarında israf, talan ve yolsuzluk genel bir kural şeklinde sistemle giderek bütünleşti. Siyasetçi, iş adamı ve bankacı üçgeninde kaynakların yağmalandığı, kamu imkânlarından yararlanmanın, devleti soymanın sistematik ve organize bir yöntem hâline geldiği, son iki yılda yapılan çarpıcı operasyonlar ve bunlara ilişkin olarak DGM'lerde açılan dâvalarda gözler önüne serildi.

Ancak yıllar önce bir yolsuzluk failinin "rüşvetin belgesi mi olurmuş" sözlerinin önemli bir gerçeği yansıttığı, büyük gürültülerle başlayan dâvaların büyük bölümünün kısa zamanda tavsadığı, hafızalarda etkili bir iz bırakmadan ve daha önemlisi emsali için ders anlamında sonuçlara ulaşmadan pörsüyüp unutulduğu görüldü. Bütün bu olup bitenler sağlıklı bir ekonomik gelişmenin alt yapısını ciddi şekilde tahriş etti. 2000 li yıllara girilirken üretim asgari düzeye inmiş, fabrikalar birer birer kapanmaya başlamıştı. Çünkü binbir zahmete katlanarak, emek sarfederek üretim yapmak ve bundan kâr beklemek yerine, işletme sermayelerini faize yönlendirerek risk yüklenmeden astronomik kazançlar sağlamak dönemi açılmıştı. Böylece üretici özel teşebbüsün yerini, kolay ve havadan paraların kazanıldığı rantiyeci kesim almış oldu. İç ve dış borçların taşınamaz boyutlara ulaştığı, iki rakamlı enflasyonun toplumun üzerine kâbus gibi çöreklendiği, gelir dağılımında gelir uçurumlarının açıldığı, işsizliğin sosyal bir felâket halinde arttığı bu dönemde Kasım ve Şubat krizlerinin ortaya çıkması aslında beklenmeyen bir sonuç değildir.

Türkiye'nin geçen yıl %9.5 oranında küçülmesi, GSMH'nin 50 milyar dolar gibi çok yüksek miktarda azalması, toplumda herkesin cebinden ortalama 750 dolar çıkması kelimenin tam anlamıyla bir "felâket" tir. Ancak belki de bundan daha elimi yaşadıklarımızdan gerekli dersleri çıkardığımıza ilişkin ciddi ve inandırıcı belirtilerin bulunmayışıdır. IMF'nin zorlamasıyla önemli yapısal reformların yapılmış olması, krizin ilk günlerinde en önemli problem olarak görünen borçların döndürülme imkânının dış desteklerle de olsa sağlanması, enflasyon rakamlarının düşmekte oluşu kimseyi kandırmasın. Türkiye hayati tehlikeyi ve bitkisel hayata girme ihtimalini şimdilik atlatsa bile, yoğun bakımdan henüz çıkabilmiş değil.

Ekonomik dengeler iç ve dış politik konjüktürle sımsıkı ilişkili seyrediyordu. Olumsuz belirtiler borsa ve döviz gibi kritik alanları hemen etkiliyor. Daha da önemlisi son ekonomik programın en önemli ayağını oluşturan "büyümeye geçiş" sürecinin başladığına ilişkin işaretler henüz ortada görünmüyor. Türkiye sosyal bir felâket halini alan işsizlik problemini çözebilmek, ekonomik sıkıntıları hafifletebilmek için büyümeye geçme mecburiyetinde. Bu elbette kolay bir olay değil. Enflasyonu yeniden azdırmadan, faizlerdeki düşüş trendini sürdürerek, kamu kaynaklarını yerinde kullanarak kısacası programın temel ilkelerini koruyarak bu sürece geçmek zorundayız. Dışarıdan yatırıma yönelik sermaye girişinin sağlanması fevkâlade büyük önem taşıyor. İmkânların iyi değerlendirilmesi, kaynakların yerinde kullanılması, on yıl süresince yapılan hataların bir daha tekrarlanmaması gerekiyor.

Bütün bunların yapılabilmesi becerikli, başarılı ve istikrarlı bir yönetimin mevcudiyetine bağlıdır. Çünkü içerde duran çarkların yeniden çalışır hale gelmesi, dışarıdan IMF ve Dünya Bankası'nın dışında finansal çevrelerden kaynak sağlanması yatırımların başlaması ancak güven veren, devamlılığına inanılan bir yönetimle mümkün olabilir.

Ekonomik şartların elini kolunu bağladığı Türkiye'nin bir an önce kendini toparlaması, son derece kritik bir sürece girmiş bulunan Kıbrıs meselesi başta olmak üzere, hayati önem taşıyan dış konulara eğilmesi, Avrupa Birliği ilişkilerini muhayyel hedefler ve gerçekçi olmayan varsayımlardan çıkararak, milli çıkarlarımıza uygun bir çerçeveye oturtması tarihi ve stratejik bir mecburiyettir.

Fiziki, ruhi ve zihni formasyonu çok ciddi kuşkular taşıyan, yarınki sağlık durumu bilinmeyen bir insana, son derece ağır ve meşakkatli bir yönetim sorumluluğunu yüklemek her bakımdan haksızlıktır. Önce ülkenin bu derece ağır bir riske mecbur tutulmasının mantıkî ve haklı bir gerekçesi yoktur. Devletin yönetilmesini sağlayan "ortak akıl" bu gibi kritik ortamlarda ortaya konulan mantıkî bir yaklaşım ve uzlaşma yoludur. Başka bir ifadeyle tarafların her birinden görüş ve düşüncelerin katılımıyla oluşan, ancak bütünüyle hiç birine ait olmayan "makulde buluşma" tarzıyla politikada önemli konularda çözüm sağlanır, yönetim işlerlik kazanır. Demokratik hayatın evrensel kuralları vardır. Dünyada demokrasiyle yönetilen hiçbir ülkede, Hükümetin tedavi ihtiyacı aşikâr olan her an tıbbi kontrol altında bulunması gereken yaşı kemâle ermiş bir insan tarafından sevk ve idare edilmesi söz konusu olamaz. Çünkü bu "çaresizlik" anlamına gelir; oysa demokrasi toplumsal anlamıyla sürekli şekilde yönetimin beslenmesi, yenilenmesi ve yeni çıkış yolları aranması demektir. Demokrasi şartlara uygun politikalar üretebilme sanatıdır.

Demokrasinin kurallarına ve eşyanın tabiatına aykırı tavırlarda ısrarlı olmak, bir taraftan yönetimde tıkanmaya, problemlerin sürüncemede bırakılarak ağırlaşmasına, giderek kör düğüm hâline gelmesine yol açarken, diğer taraftan sistemi kilitler, rejimi tehdit eden bunalımlara yol açar.

Parlamentonun yapısı ve hükümet tablosu aslında istikrarı sağlayacak, güven verecek sağlıklı çözümler için elverişlidir. Bütün mesele "olabilmezler" üzerinde daha fazla ısrar etmek ve şartları gereksiz şekilde "zorlamak" yerine akıl ve sağduyunun hâkim olduğu siyasi hesapların asgariye indirildiği, ülke çıkarlarının ön plâna çıkarıldığı ortak tavırda bulunabilmektir.