TÜRKİYE NEREYE ZORLANIYOR?
Çevremiz giderek ısınıyor. Başkan Bush'un İran, Irak ve Kuzey Kore'yi terörün merkezi "şer üçgeni" ilan eden sözleri genel bir durum değerlendirmesinden ziyade, orta dönemde izleyecekleri politikaların şifresi anlamını taşıyor.
Irak bu tasnifin ilk ayağı durumunda… Başbakan Ecevit'in ABD ziyareti sırasında Saddam'a ilişkin hüküm kendisine doğrudan iletildi. Ecevit'in yurda döner dönmez Saddam'a yazdığı ikaz mektubunun bir yararı olmadığı gibi, her vesileyi otoritesini pekiştirmek, gücünü ispatlamak için kullanan Saddam, bu defada psikopat kişiliğinden, saldırgan yapısından kaynaklanan tavrını bir kere daha sergileme imkânı buldu. Türkiye'yi bir taraftan suçlarken diğer taraftan kendince yönlendirmeye kalkıştı. Aslında Saddam'ın "hiç değişmediğini" anlamak için bu mektuplaşmaya hiç gerek yoktu. Ancak Saddam konusunda daha önce de önemli değerlendirme hataları yapan Sayın Ecevit, eli kanlı diktatörden aldığı bu "azarlar gibi" mektupla bir kere daha yanılmış oldu.
ABD Irak'a karşı izlediği politikaya gerekçe olarak bu ülkenin terörün potansiyel merkezlerinden biri olmasının yanı sıra, biyolojik, kimyasal ve hatta nükleer silahlar üretebilme kapasitesini gösteriyor. Bu değerlendirmeler dünya barışı ve güvenliği adına ne kadar makul görünürse görünsünler, ikna edici oldukları söylenemez. Nitekim bir taraftan Amerika içerisinde ve devlet yönetiminde, öte yandan başta İngiltere olmak üzere batılı ülkeler arasında ABD'yi itidalli olmaya davet eden güçlü üyelerin varlığı, bir an önce harekete geçilmesini isteyen "şahinler"i ister istemez frenliyor. Çünkü muhtemel bir Irak operasyonunun taşıdığı riskler, ortaya çıkaracağı kaçınılmaz sonuçlar olup bittileri imkânsız kılacak derecede ciddidir.
Şu ana kadar ABD, Irak'ta bozulacak siyasal, sosyal ve etnik dengeleri telafi edebilecek bir proje sunabilmiş değil. Çünkü Irak'ın askerî operasyondan sonra bütünlüğünü koruyabilme ihtimali yok denecek kadar azdır. Üçe bölünmenin sonuçları ise her bağımsız kısımla ortaya çıkacak yeni güç merkezleri, kurulacak ilişkiler, Suveyş'ten Hindistan'a, Balkanlar'dan Arabistan'a kadar çok geniş bir alanın olumsuz şekilde etkilenmesi anlamına gelmektedir. Desitabilize olan coğrafyada esecek fırtınaların zararını Washington'da oturanlar değil bu bölgede yaşayanlar çekecektir.
Medeniyetler mücadelesinin aktüel tartışma konusu olduğu bir dönemde, başta Arap ülkeleri olmak üzere, bütün İslâm aleminin olayı Hıristiyan süper gücün Müslüman bir ülkeye karşı sınırsız güç kullanımı şeklinde algılaması kaçınılmazdır. Filistin'de dünya medyasının yoğun çabalarıyla ve her türlü propaganda teknikleri kullanılmak suretiyle örtülmeye çalışılan baskı ve şiddet, İsrail'in bu devlet terörü sürüp giderken, aynı paraleldeki yeni bir gelişme medeniyetler arasında korkulan kırılma noktası olabilir.
Türkiye açısından bu genel değerlendirmelerin ötesinde çıkarlarımızı doğrudan tehdit eden özel nedenlerle ciddi tehlikelerin varlığı söz konusudur. Körfez harekâtı sırasında maruz kaldığımız ekonomik zararların bilançosu fevkâlâde ağırdır ve ABD bu hususu ısrarla görmezlikten gelmektedir. Yeni bir askerî harekâtın ortaya çıkaracağı zararın boyutları öncekiyle kıyaslanmayacak kadar geniş olacaktır. Bıçak sırtında denge arayan ekonomimiz tam bir belirsizliğe itilecek, büyük ümit bağladığımız turizm öldürücü bir yara alacak, yurda sermaye girişi ihtimali büsbütün ortadan kalkacak, yükselecek petrol fiyatları ödemeler dengemizi bir kere daha vuracaktır. Oluşacak zararların IMF'den alınmakta olan ve vadesi geldiğinde faizi ile birlikte ödeyeceğimiz borçlarla telafisi imkânsızdır.
Bunun yan ısıra Türkiye için hayati bir anlam taşıyan güvenlik ve ülke bütünlüğü gibi stratejik konularda bir dizi bilinmezle karşı karşıya bırakılıyoruz. Tarihin bütün dönemlerinde dünyanın en kaygan ve karmaşık bölgesinde, kritik bir alanda jeopolitik olumsuzluklara rağmen varlığını sürdüren Türkiye'ye hiç kimse bu derece ağır riskleri üstlenme talebinde bulunamaz, bulunmamalıdır.
ABD gibi stratejik analiz ve tespit yapma imkânları en ileri düzeyde olan global bir gücün açıkça ortada duran bu ihtimalleri değerlendirmemesi düşünülemez. Buna rağmen hâlâ ikna edici bir "yeniden yapılandırma" projesi sunulmadan, askerî operasyonun gündemde tutulmasının arkasında açıklanmayan başka gerekçeleri aramak gerekiyor. Bu kapı aralandığında ise ortaya çok etkili bir İsrail ve Yahudi etkinliği vakıası çıkıyor.
İsrail'in politik vizyonu her zaman uzun vadeli ve geniş tutulmuştur. 1948'de kurulduğundan bu yana gündemini sadece bulunduğu alanda bağımsızlığını korumayla sınırlandırmadı. Önce ülke topraklarını çevresinde genişleterek, yayılarak, yeni göçmenlere yerleşim alanları sağlayarak durumunu pekiştirmeye çalıştı ve bunu başardı. Şu safhada Mısır, Suriye ve Ürdün gibi komşularından doğrudan gelecek bir saldırı ihtimali neredeyse ortadan kalkmış bulunuyor. Kendine ait ilan ettiği topraklardaki yerleşik Filistinliler'i ise her türlü metodu pervasızca uygulayarak ezmeye, sindirmeye, sadaka kabilinden tanıdığı ufak bir yaşama alanına hapsedip boğmaya çalışıyor. Evrensel para gücünü büyük medya etkinliğine dönüştürmeyi başardığından, dünya kamuoyundan ciddi bir tepki görmeden, tedirgin edilmeden programını rahatlıkla uygulayabiliyor. Sicili başta Lübnan'daki kamplarda düzenlediği katliamlar olmak üzere, İnsan Hakları Mahkemesinde derhal yargılanmasını gerektirecek derecede kabarık olan Şaron'un yönetimin başında bulunması bile başlı başına bir fütursuzluk ve insani değerlere meydan okumaktır. İlginç olan, Şaron'un kanlı politikaları Batıdan ve ABD'den değil bizzat kendi ülkesinden tepki görmesidir. Son günlerde İsrail'den barış ve uzlaşma yanlılarının gösterileri, Şaron'un anlaşma kapılarını kapatan katı ve bağnaz tavrına karşı, aklıselimin tepkisi olarak değerlendirilebilir. Ancak Şaron'un politikalarının arkasındaki Amerikan desteği sürdükçe bu uygulamalarda yumuşama ve uzlaşma beklenemez.
ABD şimdiye kadar İsrail'i desteklerken Araplar'ın tepkilerini genellikle hesaba katma gereğini duyar, belirli ölçülerde de olsa dengeleri korumaya özen gösterirdi. Oysa son dönemde çok farklı bir Amerikan profili ortaya çıktı. Başkan Bush, Yaser Arafat'ın tasfiyesi başta olmak üzere her konuda Şaron'la tam bir uyuşum halinde görünüyor. Avrupa ülkelerinin Arafat'a açık desteği bulunmasaydı Şaron-Bush ittifakı şimdiye kadar tasfiye işlemini çoktan tamamlamış olacaklardı.
Bu tutum ABD ile İsrail arasında mevcut stratejik ittifakın boyutlarını ve kapsamını göstermektedir. Böylece çok yoğun işbirliği ve sıkı ittifak her alanda olduğu gibi, Irak ve İran konularında da geçerli oluyor. İran ve Irak'ın askeri güçleri, silah kapasiteleri İsrail'in uzun vadeli politikalarının tesbitinde temel parametreleri oluşturuyor. Bu ülkelerin nükleer silah edinme ihtimali ise, İsrail için göze alınması mümkün olmayan bir tehdit ve tehlike anlamına geliyor. Zira ne Filistinliler ne de komşu Arap ülkeleri İsrail için ciddi bir tehdit niteliğinde değerlendirilmiyorlar. Onlarla son yarım yüzyılda her karşılaşmalarında açık üstünlük sağlamış olmak, İsrail'e müthiş bir özgüven kazandırıyor. Ancak nükleer silahların sözkonusu olması, hele bunların kapalı rejimlerle yönetilen iki ülkenin elinde bulunması İsrail'i dehşete düşürecek bir durumdur. Çünkü nüfusu sınırlı, yerleşim alanları sayılı olan İsrail'in nükleer silahlarla donanımlı bir taarruza karşı direnme şansı olamaz.
11 Eylül saldırıları stratejik müttefiklere muhtemel nükleer ve kimyasal tehditlere karşı önlem alma vesilesi hazırladı. ABD ve İsrail kendilerini rahatlatıcı sonuçlar alıncaya kadar, başka bir ifadeyle İsrail'in güvenliğini ve geleceğini kesin teminat altında görünceye kadar attıkları adımı geri alma niyeti taşımıyorlar.
Bu meselede Türkiye dahil olmak üzere diğer bütün ülkeler projelerinin uygulanmasında detay unsurlardır ve yardımcı olabildikleri ölçüde önemsenirler. Türkiye yakın çevresinde oluşturulan ve herşeye rağmen yürütüleceği hissedilen projelerden geniş şekilde etkilenecektir. Yaşadığımız problemler, ağır ekonomik kriz ve bunun sonuçları dikkatleri giderek içimize çeviriyor, çevremizdeki gelişmelerin anlamını ve doğuracağı sonuçları düşünmemizi engelliyor. Oysa ülkenin yönetilmesi anlamına gelen millî politikaların iç ve dış diye tasnife tabi tutulmasının, izah kolaylığının dışında başka bir anlamı yoktur. İç ve dış gelişmeler birbirlerini çoğu kere arada doğrudan ilişkilerin bulunduğu ve sebep sonuç sürecinin yaşandığı bir bütünlük çerçevesinde etkilerler. Başka bir ifadeyle ülkenin içinde ve dışında cereyan eden ve millî politika kapsamında değerlendirilebilecek gelişmeler birbirlerini doğrudan etkilerler ve hatta zaman zaman tetiklerler. Ülkemizde son aylarda yaşanan gelişmeler bu çerçevede değerlendirildiğinde problemlerin sadece ekonomik boyutu olmadığı, hatta tam tersine bundan çok daha geniş alanlara yayılan ciddi ve kapsamlı meselelerle karşı karşıya bulunduğumuz görülebilir.
Bu hususlara ilişkin olarak yaptığımız açıklama her zaman olduğu gibi, yankısız kaldı ve hiçbir basın organı bunlara yer verme gereğini duymadı. Ancak biz değindiğimiz konuların çok önemli olduğunu, Türkiye'de düşünme hassasiyetine sahip herkesin bunları dikkate alma ve üzerinde durma mecburiyetini taşıdığına inanıyoruz. Bu sebeple yaptığımız basın açıklamasının, genel değerlendirmemizin önemli bir kısmını teşkil ettiği düşüncesiyle burada bir kere daha kamuoyuna duyurmayı uygun buluyoruz.