Türk Milleti Varoldukça Ocak Tütecek ve Hizmetler Yürüyecektir
Sayın misafirlerimiz, aziz Türk Ocaklılar,
Türk Ocakları'nın 34.Kurultayı'na hoş geldiniz; teşrifinizden dolayı sizlere şahsım ve Genel Merkezimiz adına şükranlarımı sunuyor, saygıyla selamlıyorum.
Bu kurultayımız Türk Ocakları'nın kuruluşunun 90.ncı yılına rastlaması ve bu yüzyıldaki ilk toplantımız olması açısından özel bir anlam taşıyor.
90 yıl önce Millî şuur sahibi aydınlarımızın, bir millî mefkûre merkezi olarak vücuda getirdikleri Türk Ocakları, kuruluşundaki amaç ve ilkeleri korumaya daima özen göstermiş, millî kültürümüzün gelişip köklenmesine, millî şuurun uyanmasına ve nesiller arasında intikal etmesine zemin hazırlayan etkili çalışmaların mekânı olmuştur.
Geçen yüzyılın başlarında Devlet'in karşı karşıya bulunduğu çetin problemler, kültürel, ekonomik ve siyasî şartlar, Türk Milliyetçiliği mihverinde bir teşkilatlanmayı zarurî kılmıştı. Bu sebeple Türk Ocakları kuruluşundan itibaren toplumun her kesiminden, özellikle ülkenin geleceği hakkında kaygılar taşıyan aydınlarımızdan geniş destek sağladı.
Türk Ocakları'nın etkili olmasının en önemli sebebi, siyasî, kültürel ve ekonomik açılardan toplumun ihtiyaçları ve özlemleriyle Ocak mefkûresinin önemli ölçüde örtüşmesidir. Başka bir ifadeyle, Türk Ocakları kuruluşundan itibaren millî vicdanın, milletin temel hassasiyetlerin ve beklentilerin temsilcisi olmayı başardığından, kısa zamanda tam ve kâmil anlamda millî bir teşkilât olma hüviyetini kazanmış, bu özelliğiyle günümüze intikal etmiştir.
20.nci yüzyılın ilk çeyreği, yani Türk Ocakları'nın kurulduğu yıllar, Türklüğün ateşle imtihan edildiği, "var olma" kavgası verdiği kader dönemidir. Yıkılan imparatorluğun yerine millî devletin kurulmasını sağlayan Millî Mücadele'nin fikrî ve felsefî zemini, Türk Ocakları'dır. Türk Ocaklılar Cumhuriyet'in kuruluş iradesini ve temel esaslarını hazırlamış olmanın onurunu her zaman övünçle taşıyacaklardır.
Geçen yüzyılın başlarında, Osmanlı Devleti, bir taraftan sürüklendiği çözülme ve yıkılma sürecinin ağır gaileleri altında bunalırken, diğer taraftan münevverimiz bir çıkış yolu bulabilme amacıyle modeller aramak ve bunlara millî, dinî ve siyasî alanlardan referanslar düşünmek telaşındaydı.
18.yüzyıldan beri sürüp gelen bu çabalara karşı askerî mağlubiyetlerin ve siyasî kargaşanın önlenememiş olması, gerilemenin durdurulmaması bir kısım münevveri bir yandan derin bir karamsarlığa sürüklerken; öte yandan bu kesimde kendi kültür ve medeniyetine karşı oluşmaya başlayan şüphe ve tereddütler giderek anlamsız bir husûmete dönüştü. Böylece bütün yenileşme dönemlerimizin en dramatik problemi diyebileceğimiz halk-aydın zıtlaşması ortaya çıkmış oldu.
Aslında kendimizle baş başa kalma imkânımız olsaydı bütün bu meselelerin tartışmasını, muhasebesini kendi içimizde yapabilir, sağlıklı çözümlere ulaşabilme imkânını muhtemelen bulurduk. Ancak Batı emperyalizminin hem siyasî ve ekonomik, hem de kültürel hedefiydik. Düvel-i Muazzama, yaşadığımız coğrafyadan Osmanlı'nın temsil ettiği Türk varlığını kâmilen tasfiye kararındaydı. Bu proje her fırsatta uygulamaya konuluyor, sistemli ve sürekli şekilde devletten büyük parçalar koparılarak sonuca ulaşılmaya çalışılıyordu.
Aradan bir yüzyıla yakın bir zaman geçtikten sonra, bu gün 34.kurultayımızı yaparken millet olarak nereden nereye geldiğimizi iyi düşünmek ve halen bulunduğumuz şartları gerçekçi şekilde değerlendirmek mecburiyetindeyiz. Türk Milliyetçiliği fikrinin en büyük sivil toplum kuruluşu olan Türk Ocakları'nın günümüzdeki misyonunun tespiti açısından bu değerlendirmenin ayrı bir önemi vardır.
Şekli, mahiyeti ve kaynakları farklı olmakla beraber, bugün de önemli problemlerle karşı karşıyayız. Bunların bazıları kendimizden yani yönetim hatalarından kaynaklansa bile, esas itibariyle bulunduğumuz coğrafya, siyasî ve jeopolitik ortam problem doğurmaya fevkâlade elverişlidir. Tarihin bütün dönemlerinde bu topraklarda yaşayan kavimler, sürekli şekilde tedbirli, dikkatli ve uyanık davranmak zorunda kalmışlar, bunu başarabildikleri ölçüde varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Baskı ve düşmanlıklara karşı yeterli direnci gösteremedikleri zaman, tarihin katmanları arasında kaybolup gitmişlerdir. Türk Milleti bin yıl önce gelip yerleştiği, vatanlaştırdığı, kültür ve medeniyetini her zerresine nakşettiği bu topraklar üzerinde, coğrafyanın hakkını vermeyi başardığından kalıcı olmuş, buraları ebedi vatan kılmıştır.
Siyasî açıdan Türkiye Devleti'ni Osmanlı'dan ayıran en önemli farklılık çevremizden yöneltilen tehditler ve düşmanlıklara karşı yalnız olmayışıdır. Yarım yüzyıldan beri üyesi bulunduğumuz Nato (Kuzey Atlantik Antlaşması) özellikler soğuk savaş döneminde Sovyet tehdidine karşı Türkiye'ye kolektif savunma imkânı yani güçlü bir savunma şemsiyesi sağladı
.
Türkiye elli yıl süreyle Nato üyeliğinden kaynaklanan bütün vecibelerini eksiksiz şekilde yerine getirirken, bazı müttefiklerimizin, özellikle soğuk savaşın sona ermekte oluşunun anlaşılmasından sonra, ülkemiz aleyhindeki tertiplerin mimarları arasında bulunmaları esef vericidir.
Başta PKK olmak üzere, bir çok terör örgütünün kurulmasını teşvik eden, destekleyen, kendi ülkelerinde çalışma ve eğitim ortamı sağlayan Almanya, Fransa, Hollanda, Belçika, İsveç ve Yunanistan gibi Nato üyesi ülkelerin bu tutumları siyasî ahlaksızlığın çirkin bir örneğidir. Teröre yardakçılık ve yandaşlık yapan bu ülkeler, bir taraftan PKK'ya örtülü şekilde yardımcı olurken, diğer taraftan evrensel insanî değerleri, demokrasi ve hukuk normlarını kullanarak, sureti haktan görünerek Türkiye üzerinde yoğun bir baskı kurmaya çalıştılar. Türkiye Devleti'nin kararlı tutumu, Silahlı Kuvvetlerimizin ve Güvenlik Güçlerimizin kahramanca çabalarıyle fitne geniş ölçüde bastırıldı. Terör örgütü bir süreden beri yeni bir strateji denemeye çalışıyor ve siyasî zemine kaymaya uğraşıyor. Yıllarca silahlı teröre destek veren ülkelerin yeni süreçte de desteklemeye devam edecekleri anlaşılıyor. Bu durum terörle mücadelemizin bitmediğini, değişik bir zeminde süreceği anlamına geliyor.
Milletimiz ülke içindeki bölücü fitnelerin dışardan desteklenmesinin ve böylece geniş bir "şer cephesi" teşkilinin yabancısı değildir. Osmanlı'yı Rumeli'den bütünüyle tasfiye eden, milyonlarca Türk'ü yaşadıkları topraklarından koparıp Anadolu'ya savuran, yüzbinlercesinin katledilmesine yol açan ayaklanmaların teşvikçisi, destekçisi ve hâmisi bu ülkelerdi. Devirler değişse bile din ve kültür bağnazlığından hiç bir şey kaybetmediklerini her vesileyle ortaya koyan Avrupalılar, bu defa demokratik argumanlarla sahneye çıkıyorlar. Ancak günümüzde komplolarına içimizden daha geniş destekler sağlama imkânını buldukları görülüyor. Silahlı fitnenin bastırılması sırasında, devlet güçlerini pasifize etmek, yıldırmak, "ver de kurtul" telkinlerini etkili kılmak için yoğun çaba sarfeden iş birlikçilerinin insan hakları ve demokrasi adına suratlarına taktıkları maskeler iğretidir, gerçek niyetlerini gizleyememektedir.
PKK terör örgütü içerden ve dışardan sağladığı geniş desteklere rağmen bozguna uğradı. Devletimiz silahlı terörü büyük ölçüde bastırdı. Bu metotla başarıya ulaşamayacağını anlayan terör örgütü ve onu destekleyen çevreler, bir süreden beri değişik bir strateji izlemeyi deniyorlar. Siyasal alana yayılarak, siyasî görüntüye bürünerek, insan hakları ve hukuk kavramlarını referans yaparak meşruiyet kazanmak istiyorlar.
PKK bu çizgiyi etkili kılmak için ismi dahil olmak üzere kapsamlı bir görüntü ve şekil değişikliğine girişti. Yeni makyajıyla bir yandan esas amaçlarını muhafaza ederken, diğer yandan 11 Eylül'den sonra bütün dünyada nefret odağı haline gelen terörist görüntüsünden uzaklaşmak ve rahat çalışma ortama sağlamak peşindeler.
Bu yeni çalışma tarzı Avrupa'dan da teşvik görüyor ve destekleniyor. Bunun yanı sıra bazı politikacılarımız AB rüyasının sarhoşluğu içerisinde, kontrolsüz çıkışlarıyla bu çabalara yardımcı oluyorlar. Avrupa ile ilişkilerimizde çok hassas bir dönemden geçilirken, başlıca siyasî merkezlerimizin müşterek iradesi anlamına gelen "millî politika" oluşumuna her zamandan fazla ihtiyaç duyuluyor. Oysa bu aykırı tavırlar Türkiye'yi zayıf düşürüyor, millî potansiyelimizin kullanılma şansını büyük ölçüde ortadan kaldırıyor.
Bu kargaşada Avrupa Birliği konusunun kendi mihverinde tartışılması giderek imkânsız hâle geliyor. Çünkü PKK ve yandaşları konuyu esas mahiyetinden uzaklaştırarak, kendi amaçları çerçevesinde siyasallaştırmak ve böylelikle ülkemize karşı bir baskı ve yaptırım silahı şeklinde kullanmak istiyorlar. AB'nin ilkelerini yörüngesinden saptırıcı bu girişimlere önleyici tavırlar almak yerine, tam tersine bunları teşvik anlamına gelen tutumların bağışlanır bir yanı yoktur.
Yaşanılan ortamda AB'nin Türkiye'ye karşı gerçek niyetinin ne olduğu üzerinde yoğunlaşan kuşkuları kimse haksız bulmamalıdır. Türkiye muhatapları tarafından sık sık incitiliyor, tahkir ediliyor, hatta AB Parlamentosu'nun sözde Ermeni soykırımı ile ilgili son karar metninde yapıldığı gibi, ancak savaşta kaybeden tarafa dayatılabilecek bir üslûpla gidip teslim olmamız isteniyor. Bu tavırların ileri ölçüde bütünleşme anlamı taşıyan muhtemel ortaklık ilişkileriyle bağdaşır yanı yoktur. Avrupa her vesile ile bizi bünyesine katmak niyetini taşımadığını ortaya koyarken, gerçekleri görmezlikten gelmemiz ve bu kapıların birgün bize de açılacağını beklememiz boş bir hayaldir.
Türkiye'nin kendi dinamikleri ve potansiyeli ile atılım yapamayacağına, kalkınamayacağına, bunun ancak AB bünyesinde bulunmamız halinde sağlanacağına mistik bir anlayışla "iman eden" bir kısım aydınımız, bu inançlarını bir medeniyet projesi ve statü tercihi şeklinde sunmak istiyor. Buna itiraz edenleri, eleştirenleri özellikle medyadaki imkânlarını kullanarak yıldırmaya, sindirmeye çalışıyorlar. Bu kesimlerin AB'nin resmî temsilcisi Karen Fogg ile diplomatik teamülleri aşarak kurdukları olağanüstü ilişkiler ve sıkı işbirliği gelişmelerin rastlantılarla yorumlanmayacak derecede ileri ve derinlikli olduğunu göstermektedir.
Türkiye muhayyel hedeflerle zaman kaybetmek yerine gerçekçi politikalar izlemek zorundadır. Avrupa Birliği'ne girmememizin dünyanın sonu anlamına gelmediğini idrak etmeli, kendi dinamiklerimizi ve potansiyelimizi kullanarak ayaklarımızın üzerinde durmayı başarmalıyız.
Türkiye'nin AB standartlarına uygun bir gelişme düzeyine ulaşması, insanımızın Avrupalılar'ınkine benzer bir yaşama ortamına sahip olması herkesin ittifak halinde benimsediği hedeflerdir. Bu hedeflere ulaşmanın ancak "yönetebilen demokrasi" ve "iyi yönetim" le sağlanabileceği her geçen gün daha iyi anlaşılıyor. Özellikle yaşadığımız son iki kriz iyi yönetilmemenin maliyetinin ne kadar yüksek, sonuçların ne derece acı olacağını ortaya koydu.
Bugün Türkiye özellikle son oniki yılda kötü yönetilmenin bedelini ödemeye çalışıyor. Osmanlı Devleti'nin ekonomik kaynaklarının tümünün Düyûn-a Umumiye kanalıyle yabancıların kontrolüne bırakılması anlamına gelen "Muharrem Kararnamesi" ilan edilirken, devletin toplam borcunun millî gelire oranı %54 civarındaydı. Bugün ise iç ve dış borçlarımızın toplamı millî gelirimizi aşarak %104'e ulaşmış bulunmaktadır. Geçen yıl toplanan vergi gelirleri faiz ödemelerimizi karşılamaya bile yetmedi. Fert başına millî gelirimiz ancak bir savaş ortamında rastlanabilecek şekilde %35 oranında azaldı. Türkiye geçen yıl %10 küçüldü. Bugün sayısı onbeş milyondan fazla işsiz insanımız çaresiz bir bekleyiş içerisinde umutsuzca kıvranıyor.
Yirmibeş yıldır yaşanılan yüksek enflasyonun tahribatı çok geniş oldu. Gelir dağılımında bütün toplumsal dengeleri altüst eden uçurumlar oluştu. Toplumun değer hükümleri, insanî ilişkiler ve ölçüler değişirken, manevî dünyamızda büyük çöküntüler oluştu. Demokratik anlayışın gereği olan özeleştiri geleneği ülkemizde yerleşmediğinden, bu ortamın hazırlanmasında payları bulunan politikacılarımız, ülkeyi yöneten liderler, devlet yönetiminin sorumluluğunu yıllardır taşıyanlar bu tablodaki rollerini hatırlamak bile istemiyorlar. Demokrasinin temel özellikleri geçersiz sayılarak kendimize mahsus bir sistem oluşturmaya çalışmamızın sonucu siyaset kurumu ciddi şekilde zedeleniyor; toplumun güvenini, desteğini ve inancını büyük ölçüde kaybeden siyaset kurumunun ülkede genel anlamda istikrarı sağlaması son derece zorlaşıyor.
Türkiye'nin manevî ve kültürel dokusunu bozan faktörler sadece ekonomik çöküntü, yüksek enflasyon ve gelir adaletsizliğinden kaynaklanmıyor. Bunların yanında eğitim ve kültür politikalarındaki aksaklıklar, hata ve yanlış sınırlarını aşarak, toplumsal alanda ciddî tahribata yol açacak vahamet boyutuna ulaşmış bulunuyor.
Özellikle kültürümüzün omurgası anlamına gelen dilimiz, canımız Türkçemiz tam bir katliamla karşı karşıyadır. Millî Eğitim Bakanlığı'nın tutumu ve uygulamalarıyla dilimizde onarılmaz yaralar açılıyor, Türkçe sistemli şekilde yıpratılıyor ve adeta eritiliyor. Dilimizi kaybedersek herşeyimizi kaybederiz; acaba birileri bunu mu istiyor?
Talim Terbiye Heyeti'nin kararıyla ders kitaplarından çıkarılan, okullarda öğretmenlerin kullanmaları resmen yasaklanan yüzlerce kelimeye bakıldığında tahribatın boyutu açıkça görülüyor. Bu uygulamanın bir kaç yıl daha sürdürülmesi halinde, bırakın bir kaç yüzyılı, son yirmibeş yılda bile yazılanları anlayamayan nesiller ortaya çıkacak. Bütün kelime hazinesi bir-iki binden ibaret olan, kültür ve medeniyetimizi inşa eden edebî, fikrî ve felsefî eserleri okuyup anlayamayan Mehmet Akif'leri, Ziya Gökalp'leri, Yahya Kemal'leri, Yakup Kadri'leri, Tanpınar'ları, Sait Faik'leri, Halide Edip'leri kısacası kültürümüzü yansıtan ve nakledenleri anlayamadıklarından, tercüme ihtiyacı duyan bu nesilleri, en önemli özelliği devamlılık olan millet hayatımızın neresine yerleştireceksiniz?
Beş-on yıllık bir zaman kesitinde bile dilin farklılaşması hangi medenî ve gelişmiş cemiyette görülmüştür?
Bakanlığın bu mantıktan uzak uygulamalarının yanısıra bir de İngilizce eğitim veren okulların, üniversitelerin durumu var.
Türkçe'nin ilim dili olamayacağına hükmeden YÖK Başkanı ve yandaşlarıyla dil tahribatı teorik bir tercih olmaktan çıkıyor genel bir eylem konusu haline geliyor. Türkçe'nin en kötü şekilde kullanılmasını, yozlaştırılmasını, yabancı kelimelerle harmanlanıp melezleştirilmesini özel bir görev şeklinde benimseyen medyamız bu kampanyanın etkinliğini genişletiyor. Özellikle büyük şehirlerimizin cadde ve meydanlarında iş yerleri ve otellerin isimlerinin mutlaka yabancı kelimelerden seçilmeleri neredeyse bir kural olarak benimseniyor.
Türkçemiz hoyrat rüzgarların insafına terkedilmiş, bilinmeyen karanlıklara doğru sürüklenip gidiyor. Ana sütümüz anlamına gelen dilimiz yalnızdır, sahipsizdir ve öksüzdür. İlgisiz, şuursuz ve inançsız ellerde neleri yitirdiğimizin ne yazık ki farkında değiliz. Talim Terbiye Kurulu baltasını sadece Türkçemiz'e indirmiyor. Müfredat programları acımasızca doğranıyor. Millî Tarih, Millî Coğrafya gibi temel konular Sosyal Bilgiler adı altında güdük bir alana tıkıştırıldı. Tarihimizi öğretmek isteyen öğretmene önce anlatım fırsatı ve zamanı bırakılmadı. Şimdiden sonra ise millî, milliyet, millet, medeniyet, medenî, hürriyet v.b. kelimelerden yoksun bırakılmak suretiyle konuşamaz duruma getiriliyor. Bütün bu icraatı eğitim politikası olarak benimseyen Bakanlığın isminin başındaki "Millî" sıfatını neden hâlâ koruduğu ciddî şekilde sorgulanmalı ve bu tutumla açıkça çelişen sıfatın kaldırılması ahlakî bir tavır olarak düşünülmelidir.
Kültür ve eğitim meselelerimizdeki başıboşluğun, ilkesiz, şuursuz ve amaçsız yönetim tarzının tipik örneklerinden biride TRT'nin işler acısı halidir.
Bir devlet kurumu olan, her açıdan hayatî bir önem ve işleve sahip bulunan TRT genel politikasızlığa ve başıboşluğa uyumlu şekilde yayınlarını sürdürüyor. Sekizbinden fazla personeliyle, trilyonları tutan muazzam bütçesiyle tam bir çiftlik manzarası gösteren, ekranlarını ve personel politikalarını siyasetçiden destek sağlamak üzere fütursuzca kullanan, göründüğü kadarıyla bunu mükemmel başaran bu kurumun böylesine başıboş bırakılması, ikaz ihtiyacı duyulmaması, her türlü denetimin dışında bırakılması son derece düşündürücüdür.
Devletin temel politikalarının destekleyicisi ve millî konuların sözcüsü konumunda olması gereken TRT'nin, devasa bütçesiyle neler yaptığını yahut yapmadığını sorgulayacak bir siyasî irade ortada görünmüyorsa, yönetimin kalitesi, içeriği ve niteliği sorgulanmıyorsa bu çok ciddi bir problemin varlığı anlamına gelir.
Türkiye-Türk Dünyası ilişkilerinin bugünkü hazin tablosunda seyretmesinin başlıca sebeplerinden birisi TRT'nin millî meselelerimizdeki genel ilgisizliği ve duyarsızlığıdır.
Sanat, edebiyat ve şiir gibi kültürel konuların TRT ekranlarında sistemli şekilde ideolojik bir pencereden yansıtılmakta oluşu bu kuruma hâkim olan düşünce ve anlayışın tipik örneğidir. Milyarlarca liralık imkânlar kullanılarak yapılan filmler, diziler ve konuların, ideolojik telkinlerin ön plânda olması, yahut millî kültürümüze, aile yapımıza, geleneklerimize uymayan görüntülerin esas alınması yayın politikasının esası şeklinde benimsenmiş görünüyor.
Kültür ve eğitim politikalarını doğru tesbit edemeyen, bu konularla ilgili imkânları yanlış şekilde kullanan, bütün dünyada etkisini çoktan kaybetmiş müzelik ideolojilerin ülkemizdeki kalıntılarını yönetim kademelerine dolduran bir ülkede, sadece ekonomik alanlarda değil toplum hayatının bütün kademelerinde büyük problemlerin yaşanması kaçınılmaz hâle gelir.
Yeni başlayan yüzyılın dünyamızda siyasî haritaları, ekonomik, kültürel ve sosyal yapıları değiştirecek muazzam bir küresel anafor süreci olduğu giderek daha iyi anlaşılıyor.
Bütün dengelerin köklü şekilde değiştiği, dünyanın adeta yeniden kurulduğu bu ortamda Türkiye fevkâlade hayatî sorumluluklarla karşı karşıyadır.
Biz sadece kendi siyasî alanımızda değil, tarihî, kültürel ve coğrafî mecburiyetlerimiz çerçevesinde çok geniş bir coğrafyada bu sorumlulukları üstlenmek zorundayız. Kurulmasını ve gelişmesini sağladığımız, yüzyıllarca taşıyıcılığını yaptığımız, temsil ettiğimiz Türk-İslâm medeniyetinin izlerini taşıyan, etkilerini sürdüren alanlardan ve bütün Türk Dünyası'ndan Anadolu'ya yapılan bu çağrıyı iyi algılamak ve değerlendirmek, tarihî misyonumuzu bir kere daha üstlenmek zamanıdır.
Millî politikalarımızın hudutları tarihî misyonumuzla, kültürel zenginliğimizle, jeopolitik imkânlarımızla orantılı şekilde geniş tutulmalıdır. İçimize kapanarak, büzülerek günü geçiştirmeye çalışmak özgüven eksikliği ve varlığımızı inkâr anlamına gelir.
Yaşadığımız ekonomik krizler, sırtımızda taşımaya çalıştığımız ağır borçlar, işsizlik ve yoksulluk bir yönetim sorunudur ve kalıcı değildir. Becerikli bir yönetimle mutlaka giderilir. Çünkü insanımız bu zillete müstehak değildir.
On yıl önce 21.yüzyılın "Türk Yüzyılı" olacağı ifadesi yüreklerimizde heyecan kasırgaları oluşturuyordu. Geçen sürede Türk Dünyası ile ilişkilerimiz, ne hazindir ki, doksanlı yıllardan daha ilerde değildir.
Üçbin civarında personeli olan Dışişlerimiz başta olmak üzere, Türkiye Devleti Türk Dünyası ile çok daha güçlü ve etkili ilişkiler kurabilecek maddî potansiyele sahiptir. Eksik olan kesinlikle para değildir. Gerekli bilgiye, inanca, coşku ve heyecana sahip ellerde bu ortam mutlaka çok daha farklı olur. Türkiye imkânlarının müdriki olmadığından, bunları kullanma becerisini gösteremediğinden, kendi kendisini dar bir çembere sıkıştırmış vaziyette bunalıyor. Bu ortamdan kurtulmanın yollarını kendimiz bulmak zorundayız. Çünkü dünyada hiçbir ülke başka ülkelerin kanatlarıyla ve onların sırtına tırmanarak uçuşa geçmiyor. Ülkeler kaderlerini kendi çabalarıyla bizzat kendileri hazırlıyorlar. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne katılmasını ekonomik bir kurtuluş ve problemleri halletme yolu şeklinde savunanlar doğru söylemiyorlar.
Türkiye ancak yeterli ekonomik refaha ulaşırsa, siyasî ve kültürel problemlerini hallederse Avrupa Birliği tarafından üyeliğe müstehak sayılabilir; müracatı ciddiye alınabilir. Bu ortamı sağladığımız zaman, yani Avrupa standartlarına uygun bir gelişmişlik düzeyine kavuştuğumuzda, kendi çıkarlarımıza çok daha elverişli ilgi alanları bulacağımızdan konuya muhtemelen farklı politikalarla yaklaşma gereğini duyacağız. Başka bir deyişle, Türkiye şimdiki ekonomik problemlerinden sadece kendi çabasıyla sıyrılabilir ve bunu başarıp gelişmiş bir ekonomik seviyeye ulaştığı, küresel ekonominin rekabetçi aktörlerinden biri konumuna geldiği zaman, Avrupa Birliği konusu bizim için siyasî ve ekonomik muhataplarımızdan biri olmanın ötesinde bir anlam taşımayacaktır. Bunu başaramadığımız sürece yalnız Avrupa Birliği'ni değil tüm Batı dünyasını siyasal, sosyal ve kültürel konularımızda üzerimizde hegemonik baskı oluşturmaya çalışan bir güç olarak bulacağız. Adaylık konumuz ise belirli bir süre daha bu sağlıksız ilişkilerin baskı araçlarından biri şeklinde kullanılmaya çalışılacaktır.
Yeni yüzyılda siyasî ve kültürel yapılanmalarda milliyetçilik anahtar unsur olma özelliğini koruyacaktır. Millî devletlerin önemlerini yitirdiği, yakın bir süreçte etkilerini büsbütün kaybedecekleri ve AB modelinin yeni dünya düzeninin öncüsü anlamına geldiği şeklindeki görüşler gerçeği yansıtmıyor.
İnsanlık var oldukça milliyet duygusu hükmünü sürdürecek ve bunun sonuçları her alanda görülecektir. Günümüzde müşterek kültür ve medeniyet havzalarında kurulmakta olan yakın ilişkiler, bağlantılar milli devletlerin sonunun ilanı anlamına gelmiyor. Küreselleşen dünyamızda daha güçlü ve müreffeh bir şekilde hayatiyetlerini sürdürme çabası içinde olan ülkeler, siyasî ve ekonomik alanlarda dirençlerini artırmak, güçlenmek amacıyle bütünleşmeye uğraşıyorlar. Bu gelişmeler yaşanırken millet ve milliyet vakasının ortadan kalktığı ve mesela "Avrupa Milleti" şeklinde bütünlük anlamına gelebilecek bir evre yaşanmıyor.
Türkiye kendi politikalarını oluştururken asılsız varsayımlara ve muhayyel hedeflere göre değil kendi gerçeklerine ve çıkarlarına uygun bir rota izlemelidir. Milletimizin kaderi ve geleceği bunu zarurî kılıyor.
Günümüzde millet kavramının son bulduğunu, milliyetçilik fikrinin çağdışı ve hatta zararlı olduğunu savunanların önemli bir bölümünün esas problemi Türkiye Devleti'yledir; hedefleri üniter yapımızdır. Bizim devlet geleneğimizde ve toplum hayatımızda etnisite hiçbir zaman bir statü ve değerlendirme ölçüsü olmamasına rağmen, bu duygulardan kendilerini bir türlü kurtaramayan bazı insanlar psikolojik rahatsızlıklarını, demokratik görüntülerle maskeliyerek ve evrensel kavramların arkasına saklanarak düşüncelerini anlatmaya ve sonuç almaya uğraşıyorlar.
Devleti modernleştirmek, daha iyi hizmet veren bir organizasyon haline getirmek, fert-devlet ilişkilerini daha çağdaş ve demokratik bir görünümde geliştirmek, hukukun üstünlüğünü zihniyet ve uygulamalarda geçerli kılmak gibi çağdaşlaşma çabaları toplumun kahir ekseriyetinin isteği ve amacıdır.
Ancak devlet düşmanlığı yapmak, devleti yıpratmak, etkisiz kılmak ve sağlanan ortamda siyasal ve ideolojik yeni yapılanmalara alan hazırlamak gibi çabaların esas amacını iyi teşhis etmek ve bunlara ne ad altında olursa olsun fırsat vermemek gerekir. Çünkü Devlet olmazsa, üniter yapı ve millî birliğimiz bozulursa toplumsal düzen altüst olur; ortada ne hukuk ne demokrasi ne de bunların amacı olan ve tümüne anlam kazandıran toplum kalır.
Türk Ocakları tıpkı geçen yüzyılın başlarında olduğu gibi büyük, millî ve tarihi görevlerle karşı karşıyadır. Milliyetçilik öncelikle bir tefekkür hadisesidir, ancak şuurlu, imanlı ve sorumluluk duygusuna sahip münevverlerin mevcudiyetiyle etki sağlayabilir. Bu sebeple doksan yıldan beri sergilediğimiz çalışma tarzımızı aynı anlayışla ve aynı doğrultuda geliştirmeye, genişletmeye özen göstermeliyiz.
Günlük siyasî tartışmaların faydasız ve yıpratıcı, fikir ve görüşleri sınırlandırıcı etkilerinden uzak durmaya devam edeceğiz. Amacımız, ilkelerimiz ve ülkümüz bellidir. Bunları en güzel şekilde temsil etmeye, toplumda daha etkili ve çok daha yaygın hâle getirmeye çalışmak Türk Ocakları ve Türk Milliyetçileri olarak varlık sebebimizdir. Bu ölçülerle ve her türlü olumsuz şartları göğüsleyerek ideallerimize hizmet etmeye çalışırken, "biz kimseye kendimizi beğendirmek yahut ispatlamak gibi" bir mecburiyet içinde değiliz. Türk milliyetçiliğinin geleneğinde "kula kul olmak" değil "davaya hizmet etmek" esastır. Fikrimize, hareketimize, bu Ocağa yıllarca hizmet eden ve bugün çoğu ebedî aleme intikal etmiş bulunan büyüklerimizden bu üslûbu, bu ahlakı, bu tarzı öğrendik ve benimsedik. Bunların tümünü bizden sonraki nesillere olduğu gibi nakletmeyi fikrî ve vicdanî bir görev sayıyoruz.
Türk Ocakları ellidört şubesiyle, yayınlarıyla, çalışma kurullarıyla ve bu kurullarda başarıyla, özveriyle hizmet veren binlerce ülküdaşımızla Türk Milliyetçiliği fikriyatına hizmetini sürdürüyor. Milletimiz var oldukça yani "ebed müddet" bu Ocak tütecek ve bu hizmetler yürüyecektir.
Doksanıncı yılımızın kutlu olmasını, otuzdördüncü kurultayımızın muhayyilemizdeki, gönlümüzdeki büyük hamlelere, milletimize hizmet ülkümüze vesile olmasını diliyor, hepinize gönül dolusu saygılar ve sevgiler sunuyorum.