ABD ZİYARETİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Başbakan Ecevit ABD ziyaretini on üzerinden on olarak değerlendirdi. Her siyasetçinin özellikle kendi kamuoyuna karşı milletler arası ilişkilerde en üst düzeyde başarılı olduğunu savunması doğaldır. Buna mukabil muhaliflerin kötümser yorumlar yapmaları, yönetimi olabildiğince başarısız göstermeleri politikanın gereği sayılır. Bu açıdan bakıldığında Amerika ziyareti sonrasında yapılan değerlendirmelerin, genellikle gerçeği aramaktan ziyade, politik duruşlarla sıkı sıkıya bağlantılı hükümler şeklinde sergilenmesi şaşırtıcı değildir. Aslında Türkiye'nin içinde bulunduğu şartlar alışılmışın dışında tavırları gerektirmektedir. Başka bir ifadeyle ülkemizin, muhtemel politik ve ekonomik gelişmelere ışık tutacak objektif tesbitler yapılmasına büyük ihtiyacı var. Çünkü ABD ile ilişkilerimiz yarım yüzyılda iç ve dış politikalarımızı, siyasî, askerî ve ekonomik şartlarımızı etkileyen en önemli faktör olmuştur. Soğuk savaşın sona erdiği 90'lı yılların başlarında, Türkiye'nin pozisyonunun değiştiğini, öneminin azaldığını öne süren görüşlerin gerçeği yansıtmadığı çoktandır anlaşıldı. Sovyet tehdidinin ortadan kalkması batı savunmasında Türkiye'nin rolünü değiştirmiş olsa bile, coğrafî konumumuzdan, tarih ve kültürümüzden kaynaklanan imkânlarımız Avrasya'nın bu en kritik alanındaki etkinliğimizi giderek daha belirgin hâle getirmektedir.
Nitekim 1999 yılının sonbaharında, Türkiye'yi ziyaret eden Başkan Clinton, TBMM'de yaptığı konuşmasında bu durumu çok net şekilde vurguladı. ABD Başkanının Türkiye'yi stratejik ortak olarak ifade etmesi, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde bu bölgedeki gelişmeleri doğrudan etkileyecek role sahip olduğumuzu söylemesi diplomatik bir kompliman olarak değerlendirilemez. Çünkü ABD millî politikalarında bu gibi konuları en ileri teknolojik imkânları kullanarak sağladığı ciddî tespitlere, tahlillere, istihbarat bilgilerine dayanarak hükme bağlar. 11 Eylül saldırıları ülkemizin jeopolitik ve jeostratejik değerini üst düzeye yükselten önemli bir faktör olmakla beraber, durumu bütünüyle bu olayla bağlantılı şekilde yorumlamak yanlış olur. Çünkü Türkiye'nin ABD nezdindeki yeri ve önemi 11 Eylül'den sonra daha üst düzeye çıkmış olmakla beraber, bu değerlendirmelerin temel unsurları esas itibariyle yarım yüzyıldan beri mevcuttur. Son temaslar bunların bazılarının daha belirginleşmesini, ön plâna çıkmasını sağlaması açısından önem taşımaktadır.
Diğer yandan Türkiye ile ABD ilişkilerinin ne 11 Eylül'den önceki, ne de şimdiki durumunun Clinton'un kullandığı stratejik ittifak kavramının çağrıştırdığı derinliğe tam uygun düştüğü söylenemez. İki ülkenin birbirine olan ihtiyacı yarım yüzyıl zarfında giderek yoğunlaşan bir ilişkiler yumağının tesisini sağladıysa da, bunun ABD'nin İngiltere, İsrail yahut Kanada ile olan yakınlığı konumuna ulaşmadığı ortadadır. Afganistan meselesinde olduğu gibi, çevremizi kuşatan ve bize etkili bir pozisyon hazırlayan siyasal, kültürel ve etnik havzada yaşanan gelişmeler, Türkiye'nin unutulmaması ve ihmal edilmemesi gereğini sık sık vurgulamaktadır. ABD ile ilişkilerin sıcak bir yakınlık ve güçlü işbirliğinden stratejik ittifak içeriğine sahip kılınabilmesi için karşılıklı olarak atılması gereken pekçok adımlar ve alınması gereken mesafeler vardır.
Başbakan'ın son temasları bu tablonun yeni bir tekrarıdır. Görüşmelerden çok çarpıcı sonuçlar ve somut rakamlar bekleyenler için ziyaretin başarılı geçtiği söylenemez. Aslında Başbakan Ecevit, Amerika'ya gitmeden önce işadamlarıyla yaptığı görüşmede, gerekli uyarıları yapmış ve çok fazla beklenti içinde olunmamasını açıkça anlatmıştı. Bu tavır hükûmetin konuya ilişkin değerlendirmeleri yaparken gerçekçi olmaya, serinkanlı davranmaya özen gösterdiği şeklinde yorumlanabilir. Nitekim görüşmelerin sonuçlarına bakıldığında, esas itibariyle önceden yapılan tahminlerin teyit edildiği görülmektedir.
Türkiye için önem taşıyan konuların başında ekonomik ve ticarî alanda daha geniş imkânlar sağlanması, ticarî potansiyelin genişletilmesinin temini geliyordu. Ancak bu gibi konuların, devletlerin uyması gereken yasal prosedürün yerine getirilmesi şartına bağlı olması sebebiyle, bir çırpıda çözümlenmesi zaten beklenemezdi. Görüşmelerin en somut sonuçlarından birisi Türk-Amerikan Ekonomik Komisyonu kurulması oldu. İlk bakışta bir komisyon olarak ciddiyet ve etkinliği tartışılabilecek bu yeni kurul, gereken şartların tam olarak ve sür'atle hazırlanması, içinin doldurulması hâlinde çok önemli işleve sahip kılınabilir. Çünkü bu komisyonun çatısı altında Türkiye-ABD ticarî ilişkilerinin geliştirilmesini sağlayacak pratik tedbirlerin alınması, gerekli yasal düzenlemelerin sağlanması, ekonomik ve ticarî muhitlerle yönetim ve bürokrasi arasında irtibatlar kurulması mümkün olacaktır. Bu gelişmeler çerçevesinde Türkiye için büyük maddî yük olan FMS borçlarının hafifletilmesi hususunda pratik çözümler bulunulabilir. Türkiye kolay ve hazır yollar ve yöntemler aramak gibi, gerçekleştirilmesi kabil olmayacak hayalî projeler yerine her açıdan şartlara uygun olan, tarafların mutabakatını sağlayabilecek nitelikte, somut ve pratik çareler aramanın daha doğru olduğunu anlamalı; meşakkatli olması dolayısıyla ilk bakışta sıcak ve sevimli görülmeyen bu yolun dışında başka bir seçeneğinin bulunmadığını görmelidir.
Ne ABD ne de onun küresel hâkimiyetinin temel enstrümanları konumundaki IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar, milletler arası karşılıksız yardım kuruluşları değildir. Başta ABD olmak üzere bütün gelişmiş ülkeler hesaplarını çok titiz ve dikkatli şekilde yaparlar. Günümüz dünyasında mücerret, dostluk ve yakınlık adına yardım yapılması anlamında bir uygulama söz konusu değildir. Jeopolitik konumumuz ekonomik ve siyasal alanlarda sağlanacak gelişmelerle güçlendirilip genişletilmeden bölgesel bir güç olma imkânını bulamayız. Başka bir ifadeyle coğrafyamıza beşerî çabalarla, insan eliyle anlam kazandırmak zorundayız. Bunu yapabildiğimiz ölçüde bağımsız politikalar izlemek ve kendi çıkarlarımızı her platformda ve herkese karşı savunmak imkânını bulabiliriz.
ABD ile yapılan son görüşmelerin belki de en önemli özelliği Afganistan ve Irak başta olmak üzere, önemli milletler arası konuların gündemin ağırlığını oluşturmasıydı. Ecevit'in ifadesiyle, "Eskiden Türk-ABD ilişkileri genellikle ikili konuları kapsardı. Bu kez dünya gündemindeki bütün konuları ele aldık. Bu da Türk-ABD ilişkilerinin ne kadar geniş boyutlara ulaştığını ve ilişkilerin giderek gerçek bir ortaklık hâline geldiğini gösteriyor."
Görüşmelerde Ecevit'in ifadesiyle "dünya gündemindeki bütün konuların" ele alınmasının diplomatik çerçevede bir görüş alış verişinin ötesinde ne anlam taşıdığını şimdiden kestirmek mümkün değil. Özellikle Irak ve Kıbrıs konularında Türkiye'nin görüş ve isteklerinin ABD tarafından ne kadar muteber sayıldığını görmek için bundan sonra atılacak adımları izlemek gerekiyor. Ecevit'in ABD ziyareti sırasında başlayan Denktaş-Klerides görüşmelerinin seyri ile Washington'daki temaslar arasındaki bağlantı düşünüldüğünde, tarafların birkaç ay zarfında bazı somut sonuçlara ulaştıklarını açıklamaları sürpriz sayılmamalıdır. Tam bu sırada Avrupa Birliği'nin üst kademelerinden yapılan bazı açıklamalar, Türk tarafının borçlu ilân edilmesi gibi saçmalıklar Rum tarafının cesaretini artırmak, Türk tarafının pazarlık gücünü kırmak amacına yönelik maksatlı tavırlardır.
AB kuruluş ve işleyiş ilkelerini uyguladığı sürece problemli bir alan olarak Kıbrıs'ı bugünkü gerilimli durumuyla bünyesine katamaz. Ancak önceden ilân ettiği genişleme takviminde kendi tercihi ile kilit ülke konumuna getirdiği Yunanistan'ın baskısı karşısında zor bir tercihle karşı karşıya kalmış bulunuyor. Rumlar her zaman yaptıkları gibi, kendilerini bütün problemleriyle birlikte Avrupa'ya taşıtmaya çalışıyorlar. Avrupalılar da ikiyüz yıldan beri şımartıp geliştirdikleri bu haddini bilmez çocuklarının bitip tükenmeyen taleplerini yerine getirmekte kendilerini mecbur sayıyorlar. Türkiye'nin devletler arası anlaşmalardan kaynaklanan kazanılmış hakları, garantörlük sıfatı, bunun Rumlar tarafından uyulması zorunlu hükümleri bir kenara bırakılıyor; Ada nüfusunun üçte birinden fazla bir etnik varlığın kendini koruma tedbirleri istemesi, hukukî güvence araması uyuşmazlık ve anlaşmazlık şeklinde nitelendiriliyor, kınanıyor. AB'nin desteklediği Rum tezlerinin geçerli kılınması hâlinde doğacak sonuç ortadadır. Tıpkı Girit'te, Batı Trakya'da yapıldığı gibi en fazla çeyrek yüzyıllık bir süreçte, Kıbrıs Adası Türkler'den geniş ölçüde arındırılmış bir Helen Ülkesi hâline gelecek; böylece Yunanistan AB üzerinden Enosis'i sağlamış olacaktır.
Garip olan bu geleneksel Yunan tezlerinin Atina'dan ziyade Türkiye'de taraftar bulması; bazı medya organlarında, entelektüel muhitlerde, iş çevrelerinde kuvvetle desteklenmesidir.
Türkiye'nin Irak konusundaki görüşlerine karşı Başkan Bush, şimdilik kaydıyla bir askerî harekat düşünmediklerini, ancak yapmaları hâlinde Türkiye'ye bilgi vereceklerini söyledi. Bunun anlamı açıktır. ABD Orta Doğu'da Saddam'ı ve Baas Rejimi ile yönetilen Irak'ı kesin şekilde tasfiye kararındadır. Ancak projenin zamanlaması henüz yapılmamıştır.
Dünyanın en zengin petrol yataklarından birine sahip olan ve buradan sağladığı müthiş geliri atom silâhları da dahil olmak üzere, en gelişmiş askerî teknolojiyle donatılmış bir ordu kurmaya tahsis eden Irak'ın varlığı, ABD'nin bölgedeki stratejik plânlarına aykırıdır. Kontrol edilemeyen bir Irak, ABD'nin gerçek stratejik ortağı İsrail'in varlığına ciddî tehdit anlamına gelmektedir. Oniki yıl önce Irak'taki Nükleer Araştırma Merkezi'ni anî bir hava saldırısı ile yok eden İsrail için böyle bir durumun kabulü söz konusu olamaz. Başka bir ifadeyle Saddam'ın Irak'ı konusunda ABD ve İsrail çıkarları ve amaçları en geniş şekilde örtüşmektedir. Saddam'sız bir Irak arzulanan ortamın bütünüyle sağlanması anlamına gelmez. Bunun temini için başka tedbirlerin de alınması ve yeni bir politik yapının tesisine de ihtiyaç vardır. Yani şu sıralarda kesin şekilde açıklanmış olmamakla beraber, Irak'ta uygulanacak projeler neticesinde, bu ülkede sadece rejim değişikliği değil, siyasî haritanın da yeniden düzenlenmesi gündemdedir. Bu tarz bir gelişmenin çıkarlarımızla bağdaşmadığı her fırsatta ifade edilse bile, ABD-İsrail çıkarları ekseninde plânlanan politikalarda Türkiye'nin çok fazla etki sağlayabildiği söylenemez. Saddam'ın diktatörlüğünü benimseyen, yaşanılan bütün felaketlere rağmen bu yönetime rıza gösteren, çağdışı totaliter Baas rejimini otuz yıldan beri en kanlı metotlarla uygulayan Irak, ABD'nin askerî müdahalesine ısrarla davetiye çıkarıyor. Bu tavır Irak'ın bütünlüğünü savunan Türkiye'nin elini zorlaştırıyor, etkisini azaltıyor.
Başbakanın iyimser ifadelerinin reel boyut kazanabilmesi, Türkiye'nin ekonomik handikapları gözönüne alındığında kolay görülmüyor. Başka bir ifadeyle, coğrafyamızdan sağladığımız imkân ve destek, ekonomik şartlarımız dolayısıyla âdeta prangalanıyor. Millî gelirimizin % 104'üne ulaşan bir borç kamburu altında etkili ve bağımsız politikalar uygulamak, ne yazık ki muhayyel hedefler olarak kalıyor.
Türkiye son ikiyüz yıllık tarihinde borç handikapının ne anlama geldiğini ve nasıl sonuçlar doğurduğunu çok acı şekilde yaşadı. Tarihimizi iyi anlamak, değerlendirmek ve acı da olsa yaşanılan tecrübelerden dersler çıkarmak mecburiyetindeyiz. Rakamlarla şaka olmaz. Ekonomik durumun röntgeni anlamına gelen ve rakamlardan oluşan tablolara bakıldığında, içinde bulunduğumuz şartların ne derece ağır ve ciddî olduğu açıkça görülmektedir. Son on yıl içerisinde dört büyük kriz yaşayan, üç defa küçülen, fert başına millî geliri son bir yıl içerisinde 800 $ azalarak 2.200 dolar seviyesine inen, finans kesimi yerlerde sürünen, reel kesimi kaderine terkedilen bir ülkenin genel görünümü yoğun bakımdaki hasta durumundadır. IMF ve Dünya Bankası'nın yardımları hastanın soluk almasını sağladıysa da henüz hayatî tehlikeyi tam olarak atlattığı söylenemez. Üstelik bu yardımların ne derece riskli olduğu, IMF'nin ne derece güvenilir bir ortak konumunda olduğu Amerikan basınında bile tartışılmaktadır. Bu gerçekler ortadayken birkaç mültefit söz veya tavra bakıp aşırı iyimser olmaya hakkımız yoktur. Ümitli olabilmemiz için bunu hakkedecek ciddiyeti, çabayı, gayreti ve kararlılığı göstermek, on-on iki yıldır kollektif vurgun ve talan döneminin kesin şekilde sona erdiğini, devletin bütün kurumlarının verimli şekilde çalıştığını, beceri, liyakat ve aklın temel yönetim ilkeleri olarak benimsendiğini ortaya koymamız gerekiyor.