YENİ DENGE ARAYIŞLARI VE TÜRKİYE

Nuri GÜRGÜR Türk Yurdu (Kasım 2001)

ABD, Dünya dengelerini büyük çapta etkileyecek olan askerî harekâtı 7 Ekim gecesi başlattı. Daha çok havadan bombardımanlarla geçen ilk süreçte Taliban güçlerinin fizikî ve manevi açıdan ezilmesi, sindirilmesi suretiyle Afganistan topraklarına girecek Amerikan askerlerine fazla direnmemesi sağlanmaya çalışılıyor. Ancak bütün çabalarına rağmen Taliban'ın hâla varlığını sürdürebilmesi askerî yetkilileri şaşırtıyor. Vietnam'dan sonra giriştiği askerî harekâtlarda, Körfez Savaşı da dahil olmak üzere, önemli bir kayıp vermeyen Amerikan'ın bu defa ciddi bir can kaybını göze alması gerektiği anlaşılıyor.

Bu harekâtın hedefinin belirli bir alanla sınırlı olmaması, klâsik askerî harekât tanımına uymayan amaç ve ilkelerle iç içe bulunmaması sanılandan çok daha geniş etkilerin doğmasını kaçınılmaz kılacaktır. Dengeler sadece harekâtın yapıldığı çevrede değil bütün Dünya'da önemli ölçüde değişecektir. Bunu hesap eden Amerika harekât hazırlıklarını sadece askerî alanla sınırlı tutmadı. Çok geniş diplomatik girişimlerle Nato'daki müttefiklerinden başka, Çin ve Rusya gibi bu yüzyıldaki potansiyel rakiplerini de safına çekmeye, desteklerini sağlamaya çalıştı. APEC (Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği) zirvesinde bir araya gelen Putin, Zemin ve Bush Uluslararası terörizme karşı mücadelede işbirliği deklarasyonu imzalayarak bu konudaki işbirliğini resmen açıkladılar. "Realpolitik Ortaklık" anlamını taşıyan bu yakınlaşmanın nereye kadar süreceği şimdiden kestirilemez. Çünkü terörizm karşısında kurulduğu açıklanan bu ittifakın arkasında tarafların her birinin ayrı amaçları ve hesapları var. Başka bir ifadeyle bu üç devlet şimdilik ABD'nin açıkça önde götürdüğü bir yarışmada, Avrasya ve dolayısıyla Dünya hâkimiyetini sağlama mücadelesi veriyorlar. Ancak belirli bir süre için de olsa, aralarında sağlayacakları işbirliği, değişik hesaplara dayalı hedeflere ulaşabilme kolaylığı sağlayacaktır.

Terörizme karşı olma sloganı Çin ve Rusya'nın kendi içlerinde uyguladıkları "devlet terörü" ne meşrûiyet kazandırmaktadır. Böylelikle Çin, Tibet ve Doğu Türkistan'da; Rusya Çeçenistan'da her türlü metodu kullanarak bağımsız yaşamak isteyen milletleri ezmek imkânını sağlıyorlar. Bu bölgelerde şimdiye kadar uyguladıkları vahşete karşı Batı Dünyasında şimdiye kadar zaman zaman karşılaştıkları tepkilerin ortadan kalkacak olması, Rusya ve Çin'e büyük rahatlık sağlayacaktır. Realpolitik kuralların etkili olduğu, yani güçlü ülkenin güçsüz ve ülkesiz olanları dilediği şekilde bastırma ve hattâ ezme imkânı bulabildiği bu ortamın, insanî değerler adına başlatılan bir mücadele sürecinin ahlâki ilkeleriyle taban tabana zıt olduğu ortadadır. Ancak her türlü hesabın güç esasına göre cereyan ettiği bir kurtlar sofrasında daha farklı bir yaklaşım beklemek zaten hayal olurdu.

Kendini biraz toparladıktan sonra geleneksel emperyal politikalarını canlandırma çabasına giren Rusya, aradığı fırsatı yakalamış görünüyor. Bir taraftan Çeçenistan'ı "terörizmin iyisi ve kötüsü olmaz" sloganıyla ezmeye çalışırken, diğer taraftan daha güneye sarkarak, Çeçen'lere yardım ettiği gerekçesiyle Gürcistan'ı baskı altına almak istiyor. Bunu sağlaması hâlinde yani bölgede kilit ülke konumundaki Gürcistan bariyerini geçerse hedef Azerbaycan olacak. Bu arada Orta Asya'da daha rahat hareket etme imkânı sağlayacağından Sovyet'lerin dağılmasından sonra şeklen kurulan, ancak giderek hayatiyetini kaybeden "Bağımsız Devletler Topluluğu" projesini yeniden canlandırmaya çalışıyor. Taliban'a karşı mücadele eden "Kuzey İttifakı"na vermekte olduğu lojistik destek, Penşir vadisinde 20.000 kişilik ittifak askerini kıyafet ve silâh olarak donatmış olması, bölgesel hâkimiyet sağlama projesi çerçevesinde değerlendirilmelidir. Burada kilit unsur ABD'nin Afganistan harekâtının sonunda Orta Asya'dan çekilip çekilmeme niyetidir. Bâzı Amerikan yetkilileri ısrarla istedikleri "Saddam'la hesaplaşma" süreci başlatılırsa, gücünü ve dikkatini ister istemez Orta Doğu'ya kaydıracak olan Amerika'nın, Orta Asya ve Kafkasya'da bırakacak boşlukların Rusya tarafından derhal doldurulmaya çalışılacağı aşikârdır.

Bütün bu gelişmeler ve özellikle Irak'la ilgili muhtemel senaryolar Türkiye'yi doğrudan ilgilendiren hayati konulardır. Uzak ve yakın çevremizde kıyamet kopuyor. İran, Pakistan, Hindistan ve İsrail müthiş bir nüfuz mücadelesi veriyorlar. Pakistan şu yada bu şekilde devrileceği anlaşılan Taliban sonrası Afganistan'da kendi kontrolünde bir yönetim kurulması için politikalarını Amerika ile paralel sürdürmeye, Kuzey İttifakı'nı olabildiğince devre dışı bırakmaya çalışıyor. İran yakın zamana kadar "büyük şeytan" olarak andığı Amerika'yla dirsek teması sağlayarak devrede olmak ve bölgede nüfuz sağlamak peşinde. Hindistan, alanı Pakistan'a bırakmak niyetinde değil. İsrail ise fırsattan yararlanarak Filistin defterini kapatmak için uğraşıyor. Dünya'nın gözü önünde sivil kesimlere vahşice saldırıyor, katliâm yapıyor. Ancak İsrail'in sahip olduğu "dokunulmazlık" sebebiyle "medeni dünyanın" ağzı kilitli kalıyor.

Türkiye'nin bu ortamda her ülkeden daha atak, daha diri ve uyanık politikalar izlemesi hayatı bir zarurettir. Geçen ay Meclis'te yurt dışına gerektiğinde asker göndermeye ilişkin kararın kabulü sırasında bazı çevrelerden yükselen itirazlar, dar görüşlülüğün, politik körlüğün örnekleri sayılabilir. Türkiye'nin Nato içindeki mükellefiyetlerini, bölge dengelerini ve muhtemel gelişmeleri düşünmeden gösterilen tepkilerin gerekçeleri doğru ve haklı değildir. Türkiye gelişmelerin dışında kalarak gündemin oluşumunda etki sağlayamaz. Sık sık dile getirilen jeopolitik konumunun ve stratejik etkilerimiz ancak canlı ve aktif politikalarla anlam kazanabilir. İkide bir Kore''e asker göndermenin yanlışlığını vurgulamak, Türkiye'nin 50 yıllık dış politika konseptini, soğuk savaş sürecini, İkinci Dünya Savaşı sonrası ülkemize yönelen Sovyet Kızıl Ordu tehdidini ve nihayet Nato şemsiyesi altında sağladığımız güvenliği ve imkânları görmemek, unutmak yahut inkâr etmek demektir. Zihinleri hâla Marksist-Leninist paradigmalara ayarlı olanların bu davranışlarının nedeni ortadadır. Ancak onlarla politik hesaplar uğruna aynı potaya girmekten sakınmayan siyasetçilerin tavırları ancak idrak eksikliği şeklinde tanımlanabilir.

Türkiye'nin geniş ufuklu, hesaplı ve etkili politikalar uygulaması elbette kolay değil; ancak imkânsız hiç değil. Mesele büyük ölçüde şartları yerinde değerlendirebilme becerisiyle ilgili. Türkiye, bundan önceki Cumhurbaşkanları döneminde Türk Dünyası'yla ilgi ve irtibatlar kurarken bu günkünden çok daha fazla imkânlara sahip olduğu söylenemez. O dönemlerde Devlet Başkanları seviyesinde kurulan sıkı temasların pek çok konuda çözümler sağladığını biliyoruz. Türk Cumhuriyetlerinin Devlet Başkanları, yapılan, yetişme tarzları ve psikolojileri gereği ancak en üst düzeyde kurulacak ilişkilere değer verirler. Bunu yakın geçmişte her vesileyle yaşadık. Son dönemde bu ülkelerde temasların bakanlıklar düzeyinde yürütülmeye çalışılması, ilişkilerin giderek gevşemesine ve büyük çapta soğumasına yol açmaktadır. Geçen ay Türkmenbaşı'nın Dış İşleri Bakanı'na söyledikleri çok haklı "dost sitemleri" dir. Bunun anlamını algılayamayıp bir "Kabalık" şeklinde değerlendiren Milliyet gazetesi gibi düşünen çevrelerin görüş tarzları tipik bir idrak zaafıdır. Türkiye Devleti'nin Türk Dünyasında temsili en üst düzeyde, Cumhurbaşkanlığı kararıyla yapılmadığı sürece, ilişkilerin olması gereken seviyede cereyanı imkânsızdır. Bunun bilinmesi, benimsenmesi ve anlatılıp uygulanmasının sağlanması millî bir mecburiyettir. İki yılı aşkın bir süreyi geçirmiş olmamız çok ciddi kayıplara yol açtı. Şu ortamda aynı pozisyonun devamına seyirci kalmak telâfisi kabil olmayacak zararlara yol açacaktır. Türkiye'nin önemli millî meselelerin değerlendirildiği Millî Güvenlik Kurulu toplantılarının yakın gündem maddelerinden birinin bu konuya tahsisi, ihtiyaç duyulan tavır ve üslûp değişikliğini sağlayabilir.