ÇIKIŞ YOLLARI ARANIRKEN
Geçen Kasım ve Şubat aylarında Türkiye ekonomisinde yaşanan krizler giderek geniş bir alana yayıldı; doğrudan siyaset kurumunu içine alan bir derinlik kazandı. Şimdiye kadar karşılaşılan benzer sıkıntılar her seferinde geniş toplum kesimlerine yüklenen fedakarlıkla ve insanların önemli ölçüde fakirleşmeleri pahasına belirli sürelerde aşılmıştı. Oysa bu defaki seri halde ve tetikleyici etkiler doğurarak sürüp gidiyor. Üstelik öncekilerden farklı olarak sistemi yani siyaset kurumunun varlığını, yapısını, hatta rejimi tartışılır hale getiriyor. "Ara rejim" ve "teknokratlar hükümeti" gibi demokratik rejimle bağdaşmayan medya mahreçli projeler ciddi şekilde konuşuluyor. Sistemin işleyişiyle ilgili tahminler üzerine vadeler biçiliyor, hesaplar yapılıyor.
Yeni bir yüzyıl başlarken bütün olumsuz faktörler sanki eşzamanlı bir buluşma kararı almışçasına ülke gündemini doldurdu. Meclisten 350 civarında bir parlamenter desteğini elinde bulunduran hükümet, sayısal imkanıyla bağdaşmayan bir "yönetebilme" problemi yaşıyor. Bunda Başbakanın fiziki durumunun birinci derecede etkili olduğu bir türlü kabul edilmek istenmiyor. Yaşanan olağanüstü kritik şartlarla orantılı olarak Başbakanın yoğun bir mesai sergilemesi, iç ve dış çevrelerle sürekli temas halinde bulunması, görüşüp konuşması, bürokrasiyi derleyip toparlayacak, yönlendirecek girişimlerde bulunması her zamandan fazla gereklidir. Çünkü bu bir taraftan devlet mekanizmasını diri ve canlı şekilde çalıştırmak, diğer taraftan yaşanılan ortamda en fazla eksikliği hissedilen "güven" ve "istikrar" ı sağlamak açısından hayati önem taşımaktadır. Bunlar sağlanmayınca, hükümetin sürdürülebilmesi hususunda kuşkular yoğunlaşıyor ve böyle zamanlarda ilk hatırlanan tedbirlerin başında gelen "erken genel seçim" talepleri gündeme geliyor.
Bu durum hükümet-bürokrasi ilişkilerini de önemli ölçüde etkiliyor. Yürütme organında uyum ve güven eksikliğini hisseden, hükümetin devamından şüpheye düşen bürokrasiyi verimli şekilde çalıştırmak çok zordur. Başbakanın yetkili bürokratların belge imzalamaya cesaret edemediklerini söylemesi bu durumun tespiti açısından anlamlıdır.
Endişeli bekleyiş sadece devlet bürokrasisi ile sınırlı kalmıyor. Yarınla ilgili hesap yapamayan finans kesimi kendini koruma kaygısıyla içine kapanıyor; piyasaların işlerliğinin yeniden sağlanması hususunda üzerine düşen yükümlülükleri yerine getirmekten kaçınıyor. Böylece devlet ekonomik arenada kendisiyle başbaşa bırakılıyor. Bunun olumsuz etkileri görüldükten sonra, büyük özel bankalarla iletişim ve işbirliği kurma çabaları, zaruri ancak gecikilmiş tedbirler anlamına geliyor. Finans kesiminin işlevini yapabilecek sağlıklı yapıya kavuşmaması "reel kesim'i yani üretim ve hizmet sektörünü derinden etkiliyor. Enerji kullanımının yarı yarıya azalmış olması üretimin can çekiştiğinin somut göstergesidir. İstanbul, İzmir ve Bursa başta olmak üzere yüz binlerce insanın işten çıkarılması, bir o kadarının yarı ücretle çalışmaya razı olması asgari ücretin yüz doların altına düşmesi güvenlik kurulunda dile getirildiği gibi ciddi bir sosyal patlama potansiyeli vücuda getirmektedir. Giderek yoğunlaşan karamsarlık, umutsuzluk ve güvensizlik toplumun sadece yürütme organıyla değil topyekün siyaset kurumuna bakışını da etkiliyor; toplum-siyaset ilişkileri tehlikeli şekilde kırılma çizgisine doğru sürükleniyor.
IMF ve Dünya Bankası ile münasebetlerimizin onur kırıcı olduğu aşikardır. Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında yaşanılan ekonomik çöküntünün sonunda "Düvel-i Muazzama" ya siyaseten teslim olan, ekonomik bağımsızlığını "Düyun-ı Umumiye" çerçevesinde tamamiyle kaybeden Osmanlı Devleti'nin bu süreçteki toplam borcunun GSMH ya oranı % 53 idi; günümüzde bu oran % 100'ün üstüne çıkmış bulunuyor. Sadece bu kıyaslama bile durumun ne derece ciddi olduğunu ortaya koyacak niteliktedir.
Borç batağında çırpınan, ekonomik bağımsızlığını giderek kaybeden, kaynaklarını ve kurumlarını yok pahasına yabancılara satma mecburiyetinde kalan bir ülkenin, siyasal savunma reflekslerini sürdürebilmesi imkansız hale gelir. Çünkü dış borç bulabilme şartları süratle ağırlaşır ve siyasal bir boyut kazanır.
Türkiye, öncelikle IMF dayatmalarına karşı şikayetçi olma yerine bu duruma düşmenin nedenlerini tespit mecburiyetindedir. Ciddi ve gerçekçi bir özeleştiri yapmadan sorumluluğu başkalarına yıkmanın kendimizi teselliden başka bir anlamı yoktur. Bu açıdan bakıldığında, Mesut Yılmaz'ın "ekonomik programın doğru ve tek seçenek" olduğu, "parasal bir destek sağlanmamış bile olsaydı bunu uygulamak zorunda bulunduğumuz" şeklindeki ifadesinin bu çerçevede durumun tespiti olduğu söylenebilir. Ancak siyasetçilerimiz, özellikle son on yılda oluşan bu şartların birinci derecede sorumluları olduklarını kabullenmek istemiyorlar. Görünüşe bakılırsa 90'lı yılların başlarından itibaren kimi "sayın başbakan" kimi "sayın bakan" sıfatlarını derin bir haz duyarak taşımış olan başlıca politik aktörlerin bu çöküntüde hiçbir payları yoktur; cümlesi masum ve mazlumdur. Hatta bu makamlarda yeniden görev üstlenmek, yakın geçmişteki hizmetlerine ilaveler yapmak hususunda heyecanla çabalıyorlar!
Siyasetçinin güven ve itibar kaybı normal polemik çerçevesinin dışına taşınca, tahrip tehlikesiyle karşı karşıya kalan kurumun işlevini yerine getirme imkanı ortadan kalkıyor. Devlet yönetiminin meşruiyet ihtiyacı, halkın tercih ve iradesi, kurumsal işleyiş gibi demokratik düzenin başlıca dayanakları bir kenara itilerek başka arayışların, kestirme çözümlerin peşine düşülmesi doğal hale geliyor. Böylece ortaya atılan "teknokrat hükümeti" gibi formüllerin sakıncaları ve tehlikeleri düşünülmeden (bunlar serap amaç) konuşulup tartışılıyor.
Yaşanılan bütün olumsuz şartlara rağmen bu hazin durumdan kendimizi sıyırabilecek imkanlara sahibiz. Bunu söylemek ne ütopik ve muhayyel bir fantezi ne de duygusal bir varsayımdır. Biz kendimizin, gücümüzün müdriki olamamanın sıkıntısını çekiyoruz. Buna iman zafiyeti de diyebiliriz.
Türkiye öncelikle maddi ve manevi imkanlarını kullanılır hale getirebilecek ortamı hazırlamak mecburiyetindedir. Bunun için rasyonel bir mahiyet taşıyan, "olmazsa olmaz" anlamına gelen siyasi, idari ve ekonomik düzenlemelerin bir an önce yapmak zorundayız. Bunlar IMF sopasıyla değil, kendi karar ve tercihimizle, ihtiyaçları görerek, yeniden yapılanma zaruretine inanarak yapılırsa değer taşır ve verimli olur.
Bankacılıkta büyük problemlerin bulunduğunu, hatta finansal alanın komada olduğunu anlamak için son krizlerin yaşanması gerekir miydi? Mevcut bankacılık sistemimizle, ekonomik yapıyla ve bu mevzuatla küresel rekabette yerimizin olmadığını fark etmek için dibe çökmek şart mıydı?
Devlet imkanlarının yıllardan beri mevcut ihale sistemiyle yağmalanmakta olduğunu kamu kaynaklarının talan edildiğini bizden başka herkes gördü. ABD Başkanı Bush, seçim kampanyası sırasında "Amerikan halkının vergilerinin Türkiye ve Arjantin gibi yolsuzlukların üstesinden gelemeyen, şeffaf olmamakta direnen ülkelerde çarçur edilmeyeceğini" belirtirken bizim inatla ve ısrarla görmek istemediğimiz bir gerçeği işaret ediyordu. Ekonominin evrensel kuralları bulunduğunu, hesaba, akla ve rakamlara dayalı bir mahiyet taşıdığını, bu alanda doğru ve isabetli kararın tek çıkar yol olduğunu unutarak, siyasi hesaplara, şahsi çıkarlara dayalı uygulamaları sonsuza dek sürdürebileceğimizi sandık. Bütün gelişmiş ülkelerde geçerli olan ilkelere aykırı bir tarz inşaasına çabaladık. Bir bakıma ülkeler arasındaki gelişmişlik ve gelişmemişlik farklılığı bu tavır ve zihniyet aykırılığından kaynaklanmaktadır. IMF ve Dünya Bankası bu dönemde farklı bir üslupla, yani itip kakarak, yer yer sertleşerek ve ne yazık ki rencide ederek dünyadaki geçerli kuralları bize benimsetmeye çalışıyor. Bunu muhtemelen Türkiye ekonomisinin sırf jeopolitik ve siyasal nedenlerle düzlüğe çıkması ve dolayısiyle kendi yatırım ve çıkarlarının teminat altına alınması maksadıyla yapmıyorlar. Başka bir ifadeyle kendi düştüğümüz kuyudan çıkabilmemiz için bize ellerini uzatırken, elimize siyasi faturalar iliştirebileceklerini düşünmemiz için pek çok nedenler ve tarihi örnekler var. Ancak nihai sonucu kendi karar ve irademizle tayin edeceğimizi, beceriksizliğimizden kaynaklanan sonuçların sorumluluğunu başkalarında aramanın çözüm olamayacağını artık kabul etmeliyiz.
Bugünkü ortamda toplumun her kesimi ve bütün kurumlar sorumlu olmakla beraber, birinci derecede söz sahibi olan, kilit konumundaki yer siyaset alanıdır. Yürütme ve yasama organlarının devlet denilen üst organizasyonun temsil, karar ve icra işlerini yürütebilme becerileri sonucu belirleyecek, çözüm sağlayacak en önemli faktörlerdir.
Türkiye son dönemlerde çok önemli politik ve ekonomik tecrübeler yaşadı. Siyasette kalite ve muhteva ihtiyacı birinci önceliğimiz haline geldi. "Kasaba siyasetçisi" şeklinde tarif edilen ve kendini küçük hesaplardan, şahsi amaç ve heveslerden sıyıramayan, yüzeysellikten, basit slogancılıktan kurtulamayan bir anlayışla ciddi politikalar yürütülemeyeceği iyice anlaşıldı. Sınırlı bir formasyona sıkışıp kalarak, bir süre sıfat taşımak, makam işgal etmek mümkün olabiliyor; ancak bu dar kalıplar içinde, üstüne kapanarak ve hatta bütün entellektüel ilişkilerini keserek icraatta başarı sağlamanın imkansızlığını herkes görüyor.
Son on yılın politika sahnesine bakıldığında bu gerçekler açıkça gözlemlenebiliyor. Bir süre "başrol oyunculuğu" görevlerini üstlenenlerin icraat bilançoları ortadadır. Ekonomiyi batıranlar, sosyal, kültürel ve siyasi konuları düğümleyip bırakanlar IMF'den gelmedi; içimizden çıktılar ve hatta fütursuzca sergiledikleri fotoğraflarla marifetlerini sergilediler.
Türkiye'de siyasi istikrar ve bununla ilişkili psikolojik güvenin sağlanması bugün her zamandan daha acil bir ihtiyaç haline gelmiştir. On yıldır yaşanılan koalisyonlar dönemi, yönetimdeki çok başlılığın, istikrarsızlığın ilk sebebi olduğunu ortaya koymuştur. Ülke gündemindeki hayati konular bu dağınıklıkla aşılamıyor. Şu sıralarda ortaya atılan erken seçim önerilerinin siyasi hesapların dışında pratikte çözüm değeri yoktur.
Yapılan kamuoyu yoklamaları mevcut siyasi partilerin hiçbirinin tek başına iktidara gelemeyeceğini, üçlü ve belki de dörtlü koalisyonların bu şartlarda kaçınılmaz olduğunu göstermektedir. Demokrasilerin en önemli problemlerinin başında siyaset bilimcilerin "yönetemeyen demokrasi" adıyla ifade ettikleri ve "istikrarsızlık" anlamına gelen bu yönetim kargaşası gelir. Çünkü siyasi iradenin bölünmüşlüğü karar alma ve yürütme sürecini olumsuz şekilde etkiler; tarafların ayrı yönlere çekiştirdikleri hükümet işlemez hale gelir. Dünyada parlamentoların giderek geri planda kaldıkları, yürütmenin önem kazandığı da düşünülürse siyasi istikrar sadece ülkemiz şartlarından değil, kıyasıya bir yarışmanın cereyan ettiği küresel rekabet açısından bir mecburiyettir.
Bu şartlar karşısında "yarı başkanlık" sisteminin ciddi şekilde ele alınması ve buna ilişkin çalışmalar yapılması zaruri görünüyor. Hatta bu konu, anayasa, siyasi partiler ve seçim kanunu gibi yasal düzenlemelerin gerçekleştirilmesi hazırlıklarının yapıldığı önümüzdeki yasama döneminde öncelikle ele alınması düşünülebilir. Parlamentonun kapalı olduğu önümüzdeki iki aylık süre partiler arasında bu konuya ilişkin etraflı görüşmelerin yapılması ve fikir alışverişinin sağlanması bakımından bir fırsat olarak değerlendirilebilir. Bu ihtiyaç kabul edildiği takdirde başta Cumhurbaşkanı olmak üzere Meclis Başkanı ve Başbakan gerekli siyasi diyalogun sağlanmasının tanzimcisi olabilirler. Fransa 1958'de siyasi kaostan çıkabilmek için General De Goul'ün karizmatik şahsiyetini kılavuz yapmıştı. Bunca tecrübe ve denemelerden sonra önemli bir demokratik birikimin mevcut bulunduğu ülkemizde bu işler pekala kurumlar, makamlar ve politik liderler eliyle yani kollektif bir üslup ve demokratik bilinçle gerçekleştirilebilir.
Bu şekilde sağlanacak bir çözüm sadece tıkanan ve işlerliği giderek kaybolan demokratik sistemin yeniden çalışır hale getirilmesini sağlamakla kalmayacak; Türkiye'yi kuşatan ekonomik ve politik kıskaçlardan kurtulma imkanı hazırlamak suretiyle, dünyada ihtiyacımız olan saygın ve onurlu pozisyona ulaşmamızın kapılarını açacaktır. Böylelikle pek çok konuda hatalı bulunan, sorumlu tutulan politikacılarımız tarihi bir işlevin sahibi olacaklar, köklü bir dönüşümün onurunu taşıyacaklardır.