Kendimize Dönmenin Tam Zamanı
Çok kritik bir süreçten geçiyoruz. Şu sıralarda ülke gündemimizi teşkil eden konulardaki gelişmeler bulunduğumuz yüzyıldaki yerimizi, şartlarımızı, ilişkilerimizi doğrudan etkileyecektir.
Geçen yıl bu günlerde Türkiye, uygulamaya konulan ekonomik istikrar programının beklentilerine ümitlerini ve heyecanını yaşıyordu.
Ülkemizi çeyrek asırda kasıp kavurduğu enflasyonu makul bir seviyeye çekmek, faiz oranlarını düşürmek, bütçe ve kamu harcamalarının kontrol altına alınmasını sağlamak, başta özelleştirmeler olmak üzere yapısal reformlarını biraz önce hayata geçirmek, bu ülkeyi seven, bu topraklarda huzur ve güven içinde yaşama arzusu taşıyan halkın ortak amacıdır. Bunları hedef alan bir programın geniş toplum kesimlerinde tasvip ve destek bulmasından doğal bir şey olamaz.
Geçen bir yıllık sürede program hedeflerinin gerisinde kalınmış olması, yolun ve amacın yanlışlığından değil, başka faktörlerden kaynaklanmaktadır. Başka bir ifadeyle istikrar programının geçen yıl olduğu gibi, önümüzdeki dönemler için de alternatif mevcut değildir. Programın eksikliklerinin telafi edilerek başarıya ulaştırılmasını sağlamak, siyasi hesapların ötesinde toplumun bütün kesimleri için bir vecibedir.
Türkiye'de yapısal reformlar yapma ihtiyacının ne derece zorunlu olduğu son aylarda bankacılık ve finans çevrelerinde yaşanılan olaylar ve başta enerji ihalesi olmak üzere, bazı kamusal alanlarda açığa çıkan yolsuzluk, vurgunculuk ve nüfuz ticaretinden oluşan elem verici tabloda açıkça görülmektedir.
Gelişmiş ülkeler ekonomilerinde nazım rol oynayan, dinamo işlevi gören bankacılığın, ülkemizde yıllardan beri en büyük talan ve soygun aracı şeklinde kullanıldığının anlaşılmasına rağmen, geçen yıla kadar gerekli önlemlerin alınmamış olmasının, bu akıl almaz gecikmenin makul bir izahı yapılamaz.
Banka batırma olayının yeri bir oyun olmadığını, bunun son on yılda sık sık tekrarlandığını, mevduat garantisi çerçevesinde içi boşaltılan banka enkazlarının âdeta hazinenin kapısına terk edilmesi herkesin bildiği bir senaryodur. Bankacılık sistemimizdeki büyük boşluklar, zaaflar, taşınan riskler muhatap olduğumuz yabancı finans kurumları tarafından da sık sık vurgulanmasına rağmen, yıllarca gereken önlemlerin alınmamış olması son ekonomik bunalımı kaçınılmaz bir sonuç şeklinde ortaya çıkardı.
Bu facianın sorumluları, yani siyasetin, bürokrat ve bankacı işadamlarından oluşan organize soygun şebekesi, yıllık milli gelirimizin beşte birine yakın muazzam bir yükü böylece hazinenin, dolayısıyla toplumun sırtına yıkmış bulunmaktadır. Bu ürpertici olayın bütün aşamalarında kökleri yıllar öncesine dayanan gayri ahlâki bir uygulama alışkanlığı siyasetten güç ve destek sağlayan sistemli bir örgütlemeyi açıkça görebiliyoruz. Türkiye Devleti'nde soygunun, talanın, hırsızlığın kapsam alanının sanılandan çok daha geniş ve derinlerde olduğu her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır.
Tedbir almak bir yana, denetim mekanizmalarının bilinçli olarak çalıştırılmaması, hattâ sunulan denetleme raporlarının sümen altında bekletilerek soygunculara zaman kazandırılması, vurgun şebekelerinin etkilerini ve nüfuz alanlarını ortaya koymaktadır.
Enerji ihalesinde ortaya çıkan manzara, olayın rüşvet ve yolsuzluktan başka boyutlarının da bulunduğunu gösteriyor. Yaşanılan enerji dar boğazı fırsat sayılarak, dünya fiyatlarının çok üzerinde elektrik enerjisi satın almaya mecbur bırakılacağımız hususundaki iddiaların mutlaka aydınlatılması gerekir. DPT'nin olumsuz görüşlerine rağmen yap-işlet-devret şeklindeki son ihalelerin tamamlanıp üretime geçildikten sonra, hazinenin yılda ortalama 1,5 milyon dolar gibi bir zararı üstlenmek mecburiyetinde kalacağına ilişkin haberler kamu oyunda haklı kuşkuların doğmasına sebep olmaktadır.
Tevfik Fikret geçen yüzyılın başlarında, benzer tablolar karşısında "Yiyin efendiler yiyin bu hânı istiha sizin" diye haykırmıştır. Neyse ki günümüzde her şeye rağmen bir grup "iyi adam" var. Aylık gelirleri vurgunculardan herhangi birine iki günlük eğlence gecesi giderinde ibaret olan birkaç savcı, hâkim ve emniyet görevlisi olayların üzerine gidebiliyor, kaldırdıkları her kapağın altından pislikler fışkırıyor.
Siyaseti vurgun, talan ve kamu rantını paylaşım alanı olarak görenlerin, makam ve sıfatlarını yıllardan beri devleti soyma aracı olarak kullanmayı alışkanlık hâline getirenlerin, biraz önce siyasi alanın dışına itilmeleri gerekmektedir. Çünkü bu ahlâk ve meşreptekilerin varlığı siyasetin ciddi şekilde kirletmekte, toplumda endişe verici şekilde yaygınlaşan bir karamsarlığa ve dolayısıyla moral yapıda ciddi tahribata yol açmaktadır.v
Ahlaki ölçülerden ve etik ilkelerden mahrum olan, yolsuzluğu politik bir ilke olarak benimseyen hattâ bunu bir nevi cesaret ve beceri sayan tiplerin varlığı, ülkeye ve topluma hizmet şuuru taşıyan saygıdeğer siyasetçilerimize karşı büyük haksızlıktır. Temiz siyaseti ilke edinen ve politik hayatlarında lekeli bir taraf bulunmayan dürüst ve idealist siyaset adamlarımızın bu safralardan kurtulmaları, siyasi alana ihtiyacı olan huzur, güven ve itibarı sağlayacak, bürokratik çarkın verimli şekilde işlemesi mümkün olacaktır.
Türkiye'nin içinde bulunduğu şartlar, iç ve dış problemler düşünüldüğünde yönetimin ve bürokrasinin biran önce işlerlik kazanmasının esas gündem konularına ağırlık verilmesinin zorunlu olduğu görülür. Bu sıralarda ülke gündeminin ilk sırasında yer alan AB konusu başta olmak üzere, dikkatler temel problemlerimizin üzerinde yoğunlaştırılmaktır. Çünkü gereken dikkat ve özen gösterilmeden, müzakere süreci iyi değerlendirilmeden alelacele yapılan anlaşmaların, bilahare ortaya çıkan olumsuz etkilerinin ülkemize yüklediği ağır maliyeti pek çok örneklerde görebiliyoruz.
Gümrük Birliği anlaşmasında kazandıklarımızın ve kaybettiklerimizin bilânçosunu ile sağlıklı bir şekilde yapabilmiş değiliz. Her fırsatta Türkiye'yi AB karşısında mecbur ve mahkûm pozisyonda görmek ve toplumu buna özendirmek isteyenlerin şamatası, muhataplarımızın bize karşı anlaşmalardan kaynaklanan yükümlülüklerini ne ölçüde yerine getirebildiklerinin tam bir değerlendirmesini yapmamızı önlüyor.
İki yüzyıldan beri sürdürdüğümüz modernleşme, gelişmiş çağdaş bir ülke olma çabalarımızla, sonuçta siyasi bir yaklaşım ve anlaşma anlamı taşıyan AB üyeliğini birbiriyle bağlantılı kılmak fahiş bir değerlendirme yanlışı ve politik bir gaf olur. Çünkü konuya bu tarz bir yaklaşım, görüşmeler sürecinde manevra alanlarımızı peşinen daraltmak, kendimizi muhataplarımızın talepleriyle bağımlı kılmak anlamına gelir.
Kuruluşu ve gelişmesi üyeler arasında uzun müzakerelere, görüşmelere ve çetin pazarlıklara dayalı bir bütünleşme denemesi olan AB'ne çıkarlarımızı göz ardı ederek, siyasi haritamızı, jeopolitik konumumuzu, tarihi ve kültürel özelliklerimizi bir yana bırakarak girmemizi savunanlar vahim bir yanlış yapıyorlar.
Türkiye AB ile görüşecek, konuşacak, tartışacak ve elbette pazarlık yapacaktır. Esasen diplomatik münasebetlerin anlamı budur.
İnsanımızı Avrupa'lıların refah seviyesine ve yaşama şartlarına ulaştırmak, milli gelirimizi bugünkünün asgari birkaç katına yükseltmek, gelir dağılımını düzenlemek, başta sağlık, eğitim ve çevre gibi hizmetler olmak üzere günlük yaşayışımıza AB standartlarını sağlamak tartışmasız temel amaçlarımızdır.
Hukukun üstünlüğüne dayalı, insan haklarına saygılı, evrensel demokratik normların eksiksiz şekilde uygulanması, sırf AB'ne kabul edilebilmemiz amacıyla değil esas itibariyle çağdaş medeniyet seviyesine ulaşma idealimizin kapsamına giren temel esaslardır. Türkiye AB üyeliği söz konusu olsa da olmasa da bunların tam olarak gerçekleştirildiği siyasal, sosyal, hukuki ve ekonomik ortamı sağlama ihtiyacının bilincindedir. Bunların sadece ve ancak AB bünyesinde sağlayabileceğini, bu yüzden AB dışında kalmanın "Baas rejimi"i getireceğini söylemek ciddi bir değerlendirme olmaz. AB üyeliğini kabul etmeyen Norveç, gündemine taşımayan İsviçre gibi ülkelerin hangi rejimle yönetildikleri ortadadır.
Nice toplantısının sonuçları ve AB'nin çeşitli kurullarının tavırları ve yetkili ağızlardan duyduklarımız, en az on yıl muhtemelen yirmi yıl bize adaylıktan öte bir statü vermeyi düşünmediklerini açıkça gösteriyor. Buna rağmen gerçekleri gizleyerek Türkiye'yi siyasal ve kültürel alanlarda etnik ayrışmalara zemin hazırlayabilecek yaptırımlara zorlamalar, hattâ AB'ni bir nevi santaj silahı gibi kullanmaları samimi ve ahlaki bir tavır değildir. İngiltere'nin Kıbrıs konusundaki yetkili Bakanı, Türkiye'nin Denktaş'ı müzakere manasına oturmaya ikna etmemesi hâlinde AB üyeliğinin söz konusu olmayacağını söylerken, bunun açık bir tehdit niteliği taşıdığı aşikârdır.
Dil, eğitim ve kültürel kimliklerin tanınarak bunlara resmiyet kazandırmaya yönelik talepler, AB ile eşit şartlar altında bütünleşme maksadını aşan, farklı amaçlar taşıyan isteklerdir. Bu gibi taleplerle bir süreden beri siyasallaşma stratejisini benimsenmiş olan PKK terör örgütünün taleplerinin geniş ölçüde örtüşmekte oluşu ilginç bir tablodur.
AB ülkelerinin Türkiye ve Türkler hakkındaki düşünceleri Fransız Parlamentosu'ndan çıkarılan sözde Ermeni Soykırımı iddialarına ilişkin yasa ile bir kere daha gözler önüne serildi. Milletimiz, insani değerler adına sicili son derece bozuk olan, Cezayir'de, Ruanda'da, Güney Asya'da katliâmların faili olan Fransa tarafından resmen ve çok ağır şekilde hakarete uğradı.
Fütursuzca, saygısızca ve küstahça tahkir edildik, suçlandık, iftiraya uğradık... Bu tavrın tevil edici bir yanı yoktur. Fransız Parlementerler AB bünyesinde ileri derecede bütünleşme niyeti taşıyan, üyelik görüşmelerine başlama hazırlığı yapılan Türkiye'ye karşı, bu yasayı çıkarırlarken, aslında bizi aralarında görmek istemediklerinin mesajını çok net şekilde vermiş oldular. Çünkü çok yakında böyle bir kararı kabulü asla mümkün olmayan Türkiye'nin karşısına AB ne üye olabilmesi için Ermeniler'e soykırım yaptığını kabullenmesi gerektiğine ilişkin taleple geleceklerdir. Fransız Parlâmentosunun çıkardığı bu yasanın hemen ardından, İngiltere'nin gözlerinin içine baka baka yalan söylenmesi, düzenledikleri mağdurlarını anma törenlerine hırsızlama usullerle Ermeni temsilcilerinin de çağrılması onurlu bir tutum değildi.
Türkiye giderek gelişen bu husumet kampanyasına karşı etkili tedbirler almak mecburiyetindedir. Şimdiye kadar yapıldığı gibi konunun gündeme getirildiği ana münhasır duygusal tavırlarla yetinilirse, bir iki ihale iptali yeterli sayılırsa çevremizi kuşatan düşmanlık çemberi giderek yoğunlaşacak ve baskılar artırılacaktır. Devletin yetkili organları gerekli değerlendirmeleri yapmak, tepkilerin bilinçli, etkili ve sistemli şekilde, zamana yaymak suretiyle ortaya konulmasını düzenlenmelidir. Toplumun her kesiminin ve sivil toplum kuruluşlarının yönlendirilmesi organize edilmedir. Bunların bağıra bağıra yapılacağına dair kural olmadığını göre tarzın, metot ve üslûbun tespiti, tamamen bilgi ve beceri konusudur.
Türkiye'nin dış politika konularındaki ezeli uyuşukluğunu üzerinden atmasının, binlerce personeli bulunan Dışişleri Teşkilâtı'nın işlevini tam olarak yerine getirecek sorumluluk anlayışını, canlılığı, şuur ve idraki ortaya koymasının zamanı çoktan gelmiştir.
Dikkatlerimizi biran önce hayati konularımızın, esas meselelerimizin üzerinde yoğunlaştırmalı; gücümüzü, bilgi ve enerjimizi bu alanlarda çözümler aramaya yönlendirmeliyiz. Çünkü bu coğrafyada yaşamak, var olmak kolay değildir. Bin yıldan beri buraların hakkını vererek, bedelini ödeyerek bu coğrafyayı vatanlaştırdık. Yeni başlayan yüzyılda başımız dik, onurlu ve saygın toplum olarak, kültürel kimliğimizi ve vatan bütünlüğünü koruyarak varlığımızı sürdürebilmemiz için yapılması gerekenin işaretleri Göktürk anıtlarında, atamız Bilge Kağan'ın yüz yıllar öncesine elettiği mesajında saklıdır. "Ey Türk titre ve kendine dön"