AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİNDE YENİ DÖNEM
Türkiye'nin o zaman ki adıyla AET'ye katılabilmek maksadıyla ilk müracaatını 1959 yılında yaptığı düşünülürse, Türkiye-AB İlişkilerinin 42 yıllık bir geçmişinin bulunduğu görülür. Başka bir ifadeyle Türkiye'nin AB'nin en kıdemli aday ülkesi olduğunu söyleyebiliriz.
İnişli çıkışlı bir grafik çizen ve zaman zaman kopma noktasına gelen, taraflarca iki defa dondurulan ilişkiler, 1999 yılının Aralık ayında Helsinki zirvesinde Türkiye'nin adaylığının ilanıyla yeni bir sürece girdi.
Aradan geçen 14 aylık sürede, AB'nin katılım ortaklığı belgesini açıklayıp, buna ilişkin çerçeve yönetmeliğini onaylamasından sonra, Türkiye'nin kendi "Ulusal Programı" nı sunmasıyla birlikte bu süreç resmen işlerlik kazanmış olacak. Ancak bu gelişmelerin adaylık görüşmelerinin başlamasını ne ölçüde etkileyeceğini kestirmek mümkün değildir.
Bu hususta tahminler yaparken Helsinki zirvesinden itibaren meydana gelen gelişmeleri dikkate almak gerekir.
Herşeyden önce Helsinki zirvesiyle birlikte AB'nin yeni adayları belirleme prosedüründe köklü değişmeler meydana geldi. Bunun sonucu olarak adaylığa kabul kararı tek taraflı olarak AB kurullarının yetki ve inisiyatifine verilmiş bulunuyor. Kriterlerin kapsamlı şekilde yerine getirilmiş olması bile AB'nin kendi iç dengelerini ve sosyal, politik ve ekonomik hesaplarını ön planda tutarak ret kararı vermesine ya da adaylık sürecini uzatmasına engel teşkil etmiyor.
Nice toplantısında Türkiye'ye 2010 yılına kadar üyelik perspektifinin verilmemiş bulunması bu hususta hayale kapılmamamız gerektiğini ortaya koymaktadır. Karşılıklı olarak bütün şartlar elverişli şekilde gelişse bile üyelik görüşmelerinin muhtemelen 10 yıl belki de 20 yıldan önce başlamayacağını bilmeliyiz.
Bunların yanısıra son üç ay içerisinde yaşanılan iki ağır kriz Türk ekonomisindeki bunalımı ve yapısal problemleri çok daha ağırlaştırdı. Ekonomik kriterlerin büyük önem taşıdığı bir yapılanmaya içinde bulunduğumuz şartlarla girebileceğimizi düşünmek kendimizi gülünç duruma sokar.
Ekonomik istikrarın sağlanması, enflasyonun makul bir düzeye indirilmesi, üretim ve ihracatın geliştirilmesinde sağlayacağımız başarı AB nezdinde saygın bir muhatap sayılmamızın, ciddiye alınmamızın temel şartıdır.
Avrupa Birliği ile ilişkilerimizin 40 yıllık bir geçmişi bulunmasına rağmen kamuoyumuzun bu konuda açık ve sağlıklı bilgilere sahip olduğu söylenemez. Hatta Avrupalı yetkili yöneticilerin ve politikacıların zaman zaman hakkımızda ifade ettikleri olumsuz görüşlerin, suçlayıcı düşüncelerin bütün çıplaklığıyla kamu oyumuza intikalini mahzurlu sayan, bunun Avrupa'dan tamamen kopmamıza yol açacağından endişe duyan entellektüel grupların varlığı, bunların medyamızdaki etkileri konunun bütün boyutlarıyla gündeme getirilmesini önleyen önemli bir faktördür. Böylece 40 yıldan beri müzminleşen ilişkiler sürecinde meseleye alacakaranlıkta bakmaktan bir türlü kurtulamayan, el yordamıyla yol aranılan ülkemizde pek çok önemli hususun örtülü kalması, ciddi enformasyon eksikliği doğal bir sonuç olmaktadır.
Türkiye'nin bu konudaki temel yanlışlarından birisi de, meseleye ak ve kara gibi ikili bir tercih kıskacından bakmakta kendisini bir türlü kurtaramamış olmasıdır. Oysa ulus ötesi, supranasyonal bir bütünleşme denemesi olan Avrupa Birliği, sonuç itibariyle siyasal ve ekonomik bir oluşumdur. Bu sebeple olaya metafizik yakıştırmalar yapmak, soyut yorumlar aramak yerine, politik çerçevede çok yönlü olarak bakmaya çalışmak, nesnel değerlendirmelerle yaklaşmak daha gerçekçi bir yaklaşım olur.
Avrupa Birliği'nin eleştirilmesinden, irdelenmesinden kimse endişe duymamalıdır. Zira ya AB yahut üçüncü dünya ve Baas rejimi şeklindeki tercihlerle başbaşa olduğumuzu öne sürmek, Türkiye'nin manevra alanlarını kısıtlar, pazarlık gücünü elinden alır, emirvakilerle karşı karşıya bırakır; böylelikle sağlıklı milli politikaların üretilmesi, milli çıkarların korunması imkansız hale gelir.
Uzun müzakerelere, mücadelelere ve pazarlıklara dayalı bir politik ve ekonomik entegrasyon anlamına gelen AB ile elbette görüşülecek, çetin pazarlıklar yapılacaktır.Türkiye dış ilişkilerinde yeterli araştırmayı, incelemeyi yapmadan acele verilmiş kararlarında her seferinde büyük zararlarla karşı karşıya kalmıştır. Bunun somut örneklerinden biri 1995 Gümrük Birliği belgesidir. Ancak tam üyelerin üstlenebileceği yükümlülükleri ülkemize mal eden bu anlaşmanın, beş yıllık uygulanmasının ekonomik, mali ve ticari bilançosunun bile tam olarak yapılabildiği söylenemez.
AB konusuna eleştirel yaklaşım, kesinlikle Avrupa'dan kopma şeklinde değerlendirilmemelidir. Türkiye yüzyıllardan beri Avrupa ile içiçedir. Özellikle son yarım yüzyılda bu ilişkiler büyük yoğunluk kazandı. Soğuk savaş süresince NATO bünyesinde oluşturulan ittifakın askeri yakınlaşmaların ötesinde anlamlar taşıdığını kimse görmezlikten gelemez. Halen topraklarımızın bir bölümü ile coğrafi çerçevede zaten Avrupalıyız. Ticaretimizin % 54'ünü AB üyesi ülkelerle yapıyoruz. Buna aday ülkeleri de kattığımızda oran % 77 yi bulmaktadır. Avrupa'da yaşayan, çalışan üç milyondan fazla insanımız var. Binlerce öğrencimiz burada öğrenimlerini sürdürüyor. Heryıl yüzbinlerce turist karşılıklı olarak gidip geliyor. Avrupa ile ilişkilerimizin bu anlamda alternatifi yoktur.
Türkiye'nin Türk dünyası ile, islam ülkeleri ile ve bölgesel çerçevede Kafkasya ve Balkanlar'da geliştirmek mecburiyetinde olduğu politikalar, tarihimizden, kültürümüzden ve coğrafi konumumuzdan kaynaklanan nedenlerle güçlendirilmesi, yoğunlaştırılması zorunlu olan ilişkiler, genel anlamda Avrupa ile, özel olarak AB ile münasebetlerimizde alternatif olarak algılanamaz.
Türkiye'de bazı çevrelerin AB ile ilişkilerimizi 200 yıllık modernleşme ve çağdaşlama çabalarımızla bütünleştirmeleri, bu görüşün doğal sonucu olarak Türkiye'yi ne pahasına olursa olsun, neye mal olursa olsun Avrupa Birliği'ne girme mecburiyetinde görmeleri vahim bir değerlendirme hatasıdır. Bu bakış tarzının benimsenmesi halinde, Avrupa'dan siyasi ve ekonomik konularda sık sık maruz kalınan olumsuz tavırlara ve ülke çıkarlarıyla bağdaşmayan taleplere karşı direncimiz peşinen kırılmış olur.
Türkiye-AB ilişkileri hangi aşamada olursa olsun tarafların kendilerini tanımalarına, durumlarını tesbite vesile olması açısından önemli yararları olduğunu vurgulamalıyız.
Bir kere Türkiye kendini AB aynasında görmek suretiyle, kıyaslamalar yapmak, eksiklerini, yanlışlarını tesbit imkanını buluyor. Kopenhang kriterleri olarak ifade edilen AB standartlarına uygun sosyal, siyasal, ekonomik ve hukuki bir yapının oluşturulması ihtiyacı AB üyeliği meselesinin ötesinden gelişmiş medeni bir toplum olmanın gereğidir. İnsanımızı Avrupalıların refah seviyesine ve yaşama şartlarına kavuşturmak, milli gelirimizi bugünkünün birkaç katına çıkarmak, gelir dağılımını adil şekilde düzenlemek, başta sağlık, eğitim, çevre gibi hizmetler olmak üzere günlük yaşayışımızda AB standartlarının sağlanması tartışmasız temel amaçlarımızdır.
Hukukun üstünlüğüne dayalı, insan haklarına saygılı, demokratik normların eksiksiz şekilde uygulandığı, çoğulcu demokrasinin gereği olan bütün kurumların işlerliğinin sağlandığı sosyal, siyasal ve hukuki ortam sırf Avrupa Birliği'ne kabul edilebilmemiz amacıyla değil, esas itibariyle çağdaş medeniyet seviyesine ulaşma idealimizin kapsamında bulunan başlıca esaslardır.
Türkiye AB üyeliği söz konusu olsa da olmasa da bunların bütünüyle gerçekleştirilmesinin gerekli olduğunun bilincindedir. Bu hususlarda kimsenin dayatmasına, zorlamasına ve ders vermesine ihtiyacımız yoktur.
Türkiye'nin adaylığı Avrupa içinde "bir ayna işlevi" görmektedir. Kendini kültür ve medeniyetin en ileri merhalesi olarak gören, moderniteyi Avrupa ile bütünleştiren, insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti gibi bütün evrensel değerlerin taşıyıcılığını yaptığına inanan Avrupa'nın bir başka yüzü bu aynada ortaya çıkıyor. Avrupa'nın bu yüzünde başka kültür ve inançlara karşı hoşgörü, müsamaha ve hüsnükabul söz konusu değil; tam tersine kendi kültür köklerinden gelmeyenler, farklı kimlik taşıyanlar "öteki" dir, yabancıdır; hatta kendi kültürüne karşı tehdit oluşturan "hasım" dır. AB bunlar için Lüksemburg Başbakanı'nın ifadesiyle, Avrupa'nın tarih ve kültürünün buluşma alanıdır.
Bu görüntü Türkiye'nin adaylığına karşı çıkan birçok Avrupalı yönetici ve politikacıların ifadelerinde açıkça ortaya konmaktadır. Daha çok Hristiyan Demokrat ve muhafazakar Avrupalı'da göze çarpan bu katı ve bağnaz tavırlar, bazen farklı görüştekiler tarafından da paylaşılmaktadır.
Mesela iki ayrı siyasi zihniyeti temsil eden ve her ikisi de uzun süre Almanya'nın başbakanı sıfatıyla yönetimi ellerinde bulunduran Helmut Kohl ile Helmut Scmith, Türkiye'nin islami ve milli kimliği sebebiyle Avrupa Birliği'ne asla üye olmaması gerektiğinde birleşmektedirler.
Keza Avrupa Hristiyan demokrat partiler başkanı Hollanda'lı Van Velgen "Türkiye'nin Avrupa'da yeri yoktur; çünkü Avrupa'nın kültürel ve insani değerlerine sahip değildir" diyerek bu görüşe katılmaktadır. Jacques Dellors'dan Bruna Megnet'e kadar bu görüştekilerin çok uzun bir zincir teşkil ettiklerini görüyoruz.
Fransız sağının etkili isimlerinden eski Cumhurbaşkanı Valery Giscarel d'Estain "Türkiye'ye gerçek durum söylenmiyor. Türkiye'nin adaylığını kabul edelim diyenlerin gerçek eğilimi, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne asla üye olamıyacağı yönünde onların Türkiye ile ilişkilerini başından beri dürüstlük ve vakar içinde sürdürmediklerini görüyorum" derken aslında ideolojik Avrupa'nın sözcülüğünü yapıyor.
Türkiye AB ile münasebetlerini geliştirmeye çalışırken bu tavır ve zihniyeti bilmek, değerlendirmek ve gözardı etmemek mecburiyetindedir. Kültürel şuur altından ve tarihin izlerinden bir türlü sıyrılamayan, bencil hesaplarla, ırkçılık sınırlarına dayalı önyargılarla ortaya çıkan tavırlara karşı gereken tepkilerin verilmesi, Avrupa'nın bu yüzünü bilmek ve tanımakla mümkündür. Bu zihniyeti taşıyanlar AB üyeliği konusunu amaçladıkları siyasal yaptırımlar için üzerimizde bir baskı ve hatta şantaj silahı şeklinde kullanmaktan çekinmiyorlar.
Avrupa'nın kötü yüzünün varlığı, liberal insani değerlerin ve gelişmiş ekonominin sahibi, demokratik ve hukuki kurallara saygılı diğer Avrupa ile ilişkilerimizin sürdürülmesine, geliştirilip güçlendirilmesine asla engel olmamalıdır.
Ancak bu ilişkilerin geliştirilmesinde Avrupa'lı dostlarımıza ve özellikle AB yetkililerine önemli sorumluluklar düştüğünü vurgulamalıyız.
Herşeyden önce Türkiye ve Türk'ler hakkında olumsuz düşünceler taşıyan ve bunları her platformda dile getiren Avrupa'lı politikacıların, bu tutumlarının AB'nin resmi ve geçerli politikası olmadığına Türk kamuoyunun inandırılması gerçeğinin göz ardı edilmemesi gerekir. Türk'leri Avrupa'nın "zencileri" konumunda gören bir zihniyetle uzlaşmak ve bütünleşmeye çalışmak hayal olur.
Türkiye kendi kültür yapısının ve tarihi çizgisinin dışında oluşturulan "supranasyonal" bir yapının içinde yer alma niyetiyle hareket ederken, muhataplarınca gerekli saygı, ilgi, anlayış ve yakınlığı görmezse, tam tersine bu farklılıklara vurgu yapılarak itilmeye çalışılırsa güvensizlik ortamının doğması kaçınılmaz olur.
Şu anda ekonomik, hukuki ve sosyal alanlarda AB standartlarının gerisinde kalınan bütün konuların makul bir vadede aşılması imkansız değildir. Ancak Türkiye'nin jeopolitik, kültürel ve tarihi yapısından kaynaklanan özelliklerini sosyolojik bir olgu olarak kabul etmek yerine, Türkiye'ye yeni problemler çıkarmak yahut mevcutları ağırlaştırmak yönünde provake etmek, her toplumda bulunabilen kültürel grupları, folklorik ayrılıkları mikro milliyetçilikler ihdas edecek şekilde teşvik etmek masumane bir tutum sayılamaz.
AB Türkiye hakkındaki gerçek niyetinin ne olduğunu, Türk'leri Birlik bünyesinde görme iradesi taşıyıp taşımadığını, Katılım Ortaklığı Belgesi çerçevesindeki beklentilerine cevap aramadan evvel net şekilde ortaya koymak, mevcudiyeti bir realite olan "güven bunalımını" aşmak mecburiyetindedir.
Türkiye AB ilişkileri hangi aşamada olursa olsun bulunduğumuz yüzyılda en önemli politik gündem konularımızdan birini teşkil edecektir. Bu itibarla Avrupa Birliği'ni her açıdan incelemek, araştırmak ve yorumlamak Türk aydınının öncelikli meşgalelerinden biri olmalıdır.
Not: Genel Başkanın Türk Yurdu Dergisinin Nisan ayı sayısına 22 Mart 2001 tarihinde yazdığı yazı.