KÜRESELLEŞME VE MİLLİYETÇİLİK ÜZERİNE
Tamamlanan yüzyılın en önemli özelliği bilimsel ve teknolojik alanlarda meydana gelen baş döndürücü gelişmelerdir. Özellikle iletişim teknolojisinin ulaştığı merhalede dünyada zaman, mekan ve mesafe kavramları alt üst oldu. Bilimin en etkili faktör olarak ön plana çıktığı bu döneme yaygın ifadeyle "Bilgi Çağı" oluşan şartlara "Küreselleşme" deniliyor.
Küreselleşme sürecinin ana göstergeleri artan üretim ve teknoloji. Ancak Birleşmiş Milletler raporu bu alanlardaki gelişmenin küresel yaygınlık kazanmadığını, birkaç zengin ülkenin tekelinde olduğunu ortaya koymaktadır. Günümüzde dünya üretiminin yüzde yetmiş yedisi sanayileşmiş 25 ülke tarafından gerçekleştirilirken sadece ABD'nin payı yüzde yirmi yediyi bulmaktadır. 1990'larda serbest rekabet ortamında ortak bir değer olarak benimsenen küreselleşme, günümüzde umulan faydaları sağlayamamış görünüyor. Son on yılda giderek çoğalan gelir ve üretim çarpıklıkları birkaç çok uluslu firmanın tekelleşme olgusunu doğurmaktadır. 1960 yılında dünyanın en yoksul ve en zengin kesimler arasındaki gelir oranı beşte bir, 1980'lerde 1'e 30 iken 90'lı yılların sonunda 1'e 75'e çıktı. Dünya üretiminin nerede ise tamamını topu topu 10 çok uluslu şirket yönlendiriyor. Bu çarpıklıktaki Küreselleşme sürecinin ortak değerler üzerinde kurulu olup olmadığı konusu ciddi endişelere yol açıyor.
Bu yapısal çarpıklıklar, bilim ve teknolojideki gelişmelerin huzurlu ve güvenli bir toplumsal yapı oluşturması yerine, her ülke için tehlike ve tehditlerle dolu bir ortam hazırlıyor. Şu anda dünyanın tek hakimi konumundaki ABD dahil kimsenin rahatlığa kapılma lüksünün olmadığı ortaya çıkıyor.
Küreselleşmenin insan ve kültürler üzerindeki etkilerini yorumlayan Toffler ve Fukıyama düşünürler, tarihinin sonunun geldiğini, dünyada gelecek dönemlerde bu anlamda bir değişlik beklenmemsi gerektiğini söylüyorlar. Toffler'e göre insanın yerine bilgi hükmetmektedir ve beşerî faktörler artık önemli değildir. İnsan tabiatı kavramı ise fanteziden başka bir anlam taşımıyor. İnsan ve toplum gibi faktörlerin bilginin hükmettiği çağda tarihe tesir edebilecek güçleri yoktur. Bu güçsüzlük kültürel planda da kendini gösterecek ve kültürel güçsüzlükte zayıflıktan dolayı hiçbir milletin kurulan bu düzeni alt üst etmesi, dünyayı değiştirmesi mümkün olmayacaktır. Global kültür Amerikan kültürü demektir. Elimize aldığımız bir portakal bizim için ne ise yer yüzü de Amerika için odur. Uzayda gezen yüzlerce uydu dünyayı her saniye denetlemekte, Amerikan filmleri her yerde izlenmekte, Mc Donald's'ın hamburgerleri her yerde yenilmekte, rap müzik taklit edilmektedir. Böylece Toffler, bilgi çağının fiziki alt yapısı ve günlük hayata sağladığı kolaylıkların dışına çıkarak, buna beşeri ilişkilerde araç olma konumunda başka anlamlar yüklüyor, adeta yeni bir din olarak düşünüyor.
Gerçi daha yarım yüzyıl önce Avrupa medeniyetinin problemlerine işaret eden Alexis Carıel "Hakimiyetin insan ve milletin değil ekonominin" kontrolüne geçtiğini belirtmişti. Kültürel gelişmeye tepki olarak doğan ve gelişen ekonomi bir noktadan sonra kültürü peşine taktı. Gerçi Batı medeniyetinin hiçbir zaman gerçek bir medeniyet olamadığı söylenebilir; çünkü gerçek medeniyet insan medeniyetidir. Batı kendi değerlerini de bizden aldıklarını da seküler bir soyutlamayla madde lehine ve insan aleyhine istismar etti. Bunu ekonomiyle teknolojiyle bir hayat tarzı zorunluluğu oluşturarak yaptı. Batılı filozof ve düşünürlerin amacı ve müdahalelerindeki hayat tarzı bu medeniyet değildi. Onların temel sorunları da tefekkür dünyalarının dışında oluşan bu korkutucu görüntüdür.
Habernas "Demokratik kurumları zaman ve mekanın kısalıp daralmasını (Küreselleşmenin) ortaya çıkardığı korkutucu sorunları alt üst etme gücüne kavuşturabilecek şekilde nasıl yeniden biçimlendirebiliriz" derken bu korkuya işaret etmektedir.
Küreselleşme yani dünyayı tek bir pazar haline getirme stratejisi, gerçekte dış politikanın iç politika üzerindeki karşı konulması zor baskısı anlamını taşıyor. Küresel sermaye hareketi yalnız para olarak gelmiyor; aynı zamanda bu sermayenin rahatlıkla işleyebileceği hukuki ve hatta siyasi düşünceyi de beraberinde taşıyor. İç politikaya demokratikleşme olarak yansıyan şey, aslında bu olgunun bir uzantısı sayılabilir. Günümüzde Avrupa parlamentosundan geçen yasaların çoğu aslında uluslarüstü yapıların, özellikle de büyük baskı gücüne ulaşan finansal güçlerin önceden çıkarılmasına karar verdikleri yasalardır.
Bu ekonomik ve kültürel anaforun ortasında millet dediğimiz fenomenin yeri, değeri ve etkisi ne olacaktır? Millete duyulan derin sevgi ve tutkunun yanı milli asabiyeye aidiyetten kaynaklanan milliyetçiliğin giderek toplum gündeminin dışına itildiği söylenebilir mi?
Dünyadaki sosyal ve siyasal gelişmeler daha derinliğine müşahede edilip değerlendirildiğinde, görünen kabuğun hemen altında çok katı bir milliyetçilik alanının mevcut olduğu görülmektedir. Millet, milliyet milli kültür ve siyasi sınırların ve tabi egemenliklerin son bulmakta olduğu iddialarının somut örneği olarak öne sürülen AB, bu ilginç çelişkinin tipik bir görüntüsüdür. Üye ülkeler bir taraftan para birimleri ve silahlı kuvvetler dahil olmak üzere milli devletin temel alanlarında birliktelik formülleri geliştirirken, diğer taraftan esas itibariyle kendi insanlarının yani milletlerinin en güvenli ve rahat şekilde yaşamasını temin edebilecek, birlik içerisinde daha etkili siyasal pozisyonlar sağlayabilecek planlar peşindeler. Avrupa parlamentosunda temsil oranı ve kararlarda eşiklik anlamına gelen vetonun kaldırılması çabaları AB toplantılarının en önemli gündem maddelerini oluşturuyor. Almanya'nın federatif bir sistemi amaçlayan teklifleri bu ülkenin siyasi ağırlığını artıracağı mülahazasıyla üyelerden büyük tepki aldı. Türkiye'nin milli ve dini kimliği sebebiyle asla üye olamayacağına ilişkin görüşler, hem muhafazakar Kohl, hem de sosyalist Schmidt tarafından açıkça savunuluyor. Üstelik bu görüşler Avrupa da yüzde yetmişlere yakın bir çoğunluk tarafından güçlü şekilde destek buluyor. Bir tarafta enternasyalist olma ilkeleri çevresinde oluşan bir yapı, diğer tarafta Türkiye'nin Müslümanlığı ve Türklüğü sebebiyle dışlanmakta oluşu, küresel kültür anlayışı kabuğunun altındaki esas etkili zihniyetin somut örneğidir.
Milliyetçilik günümüzde gelişmiş ülkelerde açıkça ifade edilme ihtiyacı duyulmadan yaşanmaktadır. Fransızlar için, dillerini yani kültürlerini omurgasını bozulup yozlaşmadan korumak en önemli konulardan biridir. Fransızca'ya başta İngilizce olmak üzere başka dillerden kelime aktarılmaması için özel yasalar vardır. İngilizler tarih ve geleneklerini özenle korumaya çalışırlar. İngiliz Mahkemelerindeki Yargıçlar yüzyıllar öncesinin kıyafetlerini gururla taşırlar. Başlıca Üniversitelerinden yöneticilerin ve öğretim üyelerinin törenlerdeki eğitim şekilleri yüzyıllar öncesine dayanır. Almanlar bir taraftan üzerlerine sinmiş bulunan Nazi ırkçılığının bunaltıcı atmosferinden, bunu belli bir grubun belli bir dönemdeki anakronik davranışı olarak sunup kurtulmaya uğraşırlarken, geleneksel Germen kültürünün etkisini sürdürmesi için her tedbiri almaktan geri kalmazlar.
Türkiye yüzyılın kavşağında hayati tarihi dönemeçlerde bulunuyor. Bir taraftan küreselleşme dalgalarının milli kültürümüz üzerindeki büyük baskısıyla karşı karşıyayız. Dilimiz yabancı kelimelerin istilasına alabildiğine açık durumda... Bu yetmezmiş gibi yabancı dille eğitim yapan üniversitelerin sayısı özellerinde eklenmesiyle çığ gibi büyüdü. Yabancı dil öğretimiyle eğitimin farklı şeyler olduğunu kavrayamayan yöneticilerimizin sayesinde, kültür kökleriyle bağlantıları kesilen, öğrenmeye çabaladıkları, eğitim yaptıkları dillerin kültürleri çerçevesinde düşünme alışkanlığına itilen nesiller yetiştiriyoruz.
Bakanlığın "Milli"lik sıfatı sadece adında kaldığından, eğitimin stratejik bir amacı ve hedefi olması gerektiği düşünülmüyor. Yetkililer Atatürk'ü sever gibi görünüp, Onuncu Yıl Marşını söylemekle önce kendilerini sonra toplumu kandırmış oluyorlar. Atatürk'ün en büyük eseri olarak belirlediği Cumhuriyettin, milli devletin kuruluş esaslarının, O'nun işaret ettiği temel ilkelerin ne anlam taşıdığını düşünemiyorlar. Aslında çoklarının bunları idrak edebilecek, yorumlayıp değerlendirebilecek tefekkür derinliğine sahip oldukları şüphelidir. Bir maskeli baloda dolaşır gibi üç beş sloganlık makyajla koskoca ülke, kurumlar ve organlarıyla yönetilmeye çalışılıyor.
Bu ortamda Türk milliyetçilerinin görev ve sorumlulukları çok ağırlaşmıştır. 20. Yüzyılın başlarında bu fikri taşıyanlar, milli varlığın korunması mecburiyetiyle karşı karşıya idiler. Dışarıda maruz kalınan saldırıların boyutları daha çok siyasi ve askeri görüntü taşıyordu. O günlerin çok elverişsiz şartlarına rağmen, milliyetçiler Mustafa Kemal'in yönetiminde milli mücadeleden zaferle çıktılar; milli devletin milliyetçi fikir ve felsefe çevresinden kurulmasını sağladılar.
Günümüzde şartlar çok değişti ve bir bakıma daha da ağırlaştı. Ülkemize yönelik baskı ve saldırılar silahlı kuvvetler kullanılarak düzenlenmek yerine, başka etkinliklerle sağlanıyor. Mesela PKK gibi bölücü terör örgütü taşeron olarak kullanılıyor.
Geçen hafta Türk ekonomisinin dipten vuran, bankacılık düzenini, para ve borsayı çökme noktasına getiren şok gelişmelerin sadece görünen yüzeydeki faktörlerden kaynaklanmadığını iyi bilmeliyiz. Olayın siyasi ve kültürel yanları iyi değerlendirmediği takdirde doğru teşhislere ulaşılamaz. AB Katılım Ortaklığı Belgesindeki taleplere karşı Türkiye'de siyasi çevreler ve silahlı kuvvetlerde belirtilen tepkiler, Kıbrıs görüşmelerinden çekilme kararı karşısında büyük rahatsızlık duyan ve bu alanlarda Türkiye'nin bileğini bükmekte kesin kararlı görünen Batılı merkezler adeta belden aşağı korkunç bir darbe ile ceza kesiyorlar. Böylece küresel sisteme aykırı davranışın ceremesinin ne olacağı somut örnekleriyle önümüze konuluyor.
Milliyetçilik bu ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi ortamda yüzeyselliğe ve kolaycılığa kaymadan gerçekçi tespit ve değerlendirmelerin yapılmasının çareler ve çözümler aranmasını zaruri kılmaktadır. Başka bir deyişle, günümüzün Türk milliyetçileri mevcut problemlerle ilgili ciddi projeler hazırlayıp topluma sunabildikleri ölçüde fikir ve inanç sorumluluklarının hakkını vermiş olacaklardır. Bunu kolay olmadığı, çok yoğun fikri mesai ve emek gerektirdiği, bilgi ve beceriye ihtiyaç gösterdiği aşikârdır. Ancak her şeyin bir bedeli olduğu gibi, milleti çok seviyorum demenin de ödenmesi gereken karşılığı vardır. Bunun yapılabildiği ölçüde milliyetçilik fikri, sosyal ve siyasal alanlarda uygulama kabiliyeti kazanır; kalıcı etkiler sağlar. Milli varlığın yani devlet ve millet hayatının milli kültür mihverinde gelişimi sağlanır.