"Elimiz Mecbur Mu?"
Bu yılın ikinci yarısı Türkiye-AB ilişkileri açısından önemli gelişmeler sahne olacak. Gelişmelerin sadece bu alanla sınırlı kalmayacağı, içi ve dış politikalarımız doğrudan etkilemesinin yanı sıra, siyasi, ekonomi ve sosyal yapımızla, kültür hayatımızda köklü değişmelere yol açacağı anlaşılıyor.
Kritik bir sürece girilirken Başkent'de çeşitli hazırlıklar yapılıyor, AB Genel Sekreterliği adıyla yeni bir organ ihdasının yanı sıra, başta Dışişleri Bakanlığı olmak üzere, çeşitli Devlet kurumlarında başlayan çalışmaların ilk hedefi önümüzdeki sonbahar ayında AB temsilcileriyle yapılacak genel değerlendirme toplantısına, kriterlere uyum sağlamak konusunda yaptıklarımız ve yapacaklarımızın anlatan kapsamlı bir raporu hazırlamaktır. Bu hazırlıklar sürerken iki taraf arasında görüş ve düşünceleri iletilmesini sağlayıcı görüşmeler de başlamış bulunuyor. Avrupa Birliğini genişlemeden sorumlu Türkiye ziyareti, ilk ciddi temasların başladığı anlamına geliyor. Verheugen ile yapılan görüşmelerde, bir bakıma AB'nin Türkiye ile ilgili istek ve beklentilerini ilk ağızdan öğrenmek, daha da önemlisi ülkemiz için bağlayıcı nitelik taşıyacak olan "Katılım Ortaklığı Belgesi"nin ana hatlarını anlamak fırsatını bulduk. Ancak ilk belirtilerin ümit verici olduğunu söylemek ve münasebetlerin geleceği açısından iyimser olmak ne yazık ki mümkün değil.
AB temsilcisinin bu ziyaretinde hükümete verip vermediği tartışılan "Katılım Ortaklığı Belgesi" taslağı, Kürt meselesi ve Kıbrıs konularında aramızda uçurumların bulunduğunu gösteriyor. AB Kürtlerin ülkenin eşit statüye sahip vatandaşları ve kültürel bakımdan genel yapının içinde folklorik özellikler taşıyan bir alt kültür grubu olarak görmek istemiyor. Türkiye'nin ısrarla öne sürdüğü görüşleri, Lozan Anlaşmasını bu konuya ilişkin hükümlerini bir tarafa iterek, Kürtlerin "azınlık" olarak tanınmasını istiyorlar. Bu kapıyı bir daha kapatmamak üzere açmaya çalışırken müteakip taleplerini de art ara sıralıyorlar: "Kürtçe TV'na izin verin, Kürtçe eğitim imkanını tanıyın".
Bu istekler İmranlı'daki Apo'nun bir yıldan beri öne sürdüğü yeni mücadele stratejisine, PKK'yı siyasallaştırma çabalarına ve "demokratik cumhuriyette birlik" sloganın fevkalade uygun düşüyor. Böylece Apo'nun silah yerine siyaseti esas alan yeni çizgisinin, İmranlı'da aniden bulduğu ilhamla oluşturduğu bir proje olmadığı, terörist başının bir yerlerden çok ciddi ve sistemli şekilde maniple edildiği anlaşılıyor.
AB temsilcisini tezleri Türkiye7de bazı çevrelerin ve kurumların görüşleriyle büyük ölçüde örtüşüyor. Başbakanlık İnsan Hakları Üst Komisyonunda konuya ilişkin rapor hazırlarken Dışişleri Bakanlığının görüşleri olarak sunular rapor büyük yankılar uyanırdı. Dışişleri Bakanlığı "kapsayıcı anayasal vatandaşlık" adıyla yeni bir görüş ortaya atıyor ve gerekçeleriyle bir bakıma AB'ne kılavuzluk yapıyor. Bakanlığa göre Kopenhag kriterlerinde yer alan " azınlık hakları korunmasıyla" ilgili ölçüte ancak bu ilkeni benimsenmesiyle uyum sağlanabilir. Bu değişikliğin yapılmasıyla birlikte herkese kendi dilinde eğitim ve öğretim, dilediği dilde yayın hakkı sınırlamaların kaldırılarak önündeki tüm sınırlamaların kaldırılarak Kürtçe eğitim ve Kürtçe TV'na yayınma vize verileceği anlatılıyor.
Bu ifadeler Milli Güvenlik Kurulu Sekreterliğinin çok yerinde müdahalesiyle değiştirildi, ancak raporun daha kesinleşmeden bazı görevlilerce alelacele basına sızdırılması düşündürücüdür. Türkiye'nin geleceğini şekillendirecek hayati bir müzakere sürecinde, kendimizi elimizle bağlamak, AB'nin daha toleranslı teklifler hazırlama ihtimali varsı bile, bu kapıları kapamaya çalışmak makul izahı yapılabilecek tavırlar değildir. Ülkemizde bazı çevreler AB'nin bir baskı unsuru olara kullanmak suretiyle kendi görüş ve ideolojilerine hayatiyet kazandırmak, siyasi ve idari sistemi buna göre yeniden kurma çabasındalar. Geçen Şubat ayında DPT'nin "Türkiye-AB ilişkiler Özel İhtisas Komisyonu Siyasi Kriterler Alt Komisyonu"nun hazırladığı raporda, sanki asıl amaç AB'ne katılmak değil de dünyanın en iler demokrasisi olmak gibi garip bir fanteziyle hareket edilmiş, seksenden fazla konuda değişiklik yapmamız gerektiği belirtilmişti. Bunlara siyaset içinden, yönetim kademelinden ve bakından yapılan talepleri ve beyanları da eklediğimizde yapılan talepleri ve beyanları da eklediğimizde Türkiye'nin müzakere masasına, manevra alanları bir hayli daraltılmış, hareket inisiyatifi sınırlandırılmış halde oturacağı anlaşılıyor.
Türkiye'ye biçilen bir elbisenin dikişlerini tamamlanmak üzere olduğu ve bunu en elverişli ortamı sağlayarak üzerimize giydirmeye çalışacakları söylemek bazılar için abartılı görünebilir, hatta mesnetsiz bir vehim şeklinde değerlendirilebilir. Ancak AB çevrelerinden ve resmi temsilcilerden edinilen intibahla aklıselim sahibi herkesi huzursuz kılacak niteliktedir. AB Türkiye daimi temsilcisi Karen Fogg, sadece HADEP ve paralelindeki kuruluşlara sıkı temas sürdürmekte, almıyor, bazı Alevi dernek ve vakıfların yöneticileriyle programlı toplantılar düzenliyor. Bu toplantılarda elbette pasta yiyip çay içilmiyor. Bu tarz temasların münasebetsizliği, sağduyu sahibi başka Alevi dernek yöneticileri tarafından zararlı bulunuyor tepkiyle karşılanıyor ve kınanıyor. Ancak AB temsilcisi son derece pişkin ve rahat bir şekilde davranışında anormal bir taraf bulunmadığını savunabiliyor. Bir gazete, aylarda güneydoğuya akın eden yabancı temsilcilerin listesini çıkarmış, haberi "güneydoğu türbeye döndü" diye veriyor. Çeşitli Avrupa ülkeleri, ABD ve İsrail, başta Diyarbakır ve Batman olmak üzere bölgede ticari temsilciler, haber merkezleri gibi resmi statüye sahip irtibat yerleri kurmaya çalışıyorlar. Ekonomik ve ticari potansiyeli son derece sınırlı olan ve habercilik açısından dünya kamuoyunun hiç de ilgilendirmeyen bir alana gösterilen bu yoğun ilgiyi iyi niyetle yorumlamak imkansızdır. Avrupalılar sistematik şekilde bölgedeki belediye başkanlıklarını muhatap sayarak bunlara özel siyasi bir görüntü ve resmiyet kazandırma uğraşıyorlar. Belediyelere krediler ve başka imkanlar sağlamak suretiyle Ankara'yı devre dışı bırakarak doğrudan ilişki kuruyorlar.
Ülkemizde etnik ve inanç farklılıklarını sivrilterek, teşvik ederek bunları "kimlik" olarak tanınmalarını, "azınlık" statüsü verilmesi istemeni hangi demokrasi kitabında yazılı olduğunu açıklasalar da meraktan kurtulsak.
Verheugen'in sunduğu taslağın Kıbrıs'la ilgili bölümünde son derece ağır ve yerine getirmesi sakıncalı talepler yer alıyor. Kuzey Kıbrıs Cumhuriyeti tümüyle yok sayılıyor, Rum kesimi Kıbrıs'ın tek resmi temsilcisi olarak kabul edilerek AB'ne germesine engel çıkarılmaması isteniyor. Verheugen bu görüşleri Başbakanla yaptığı görüşmede şifahi olara da dile getirdi. Buna karşılık Bülent Ecevit son derece net bir şekilde problemin tarafların meseleyi serbestçe görüşmelerini engelleyen AB'nin yanlış ve taraflı politikasından kaynaklandığını, AB'nin aradan çekilmesi halinde tarafların konuya çözüm bulabileceklerini ifade etti. Anlaşılan aynı açıklıkta bir beyanın Kürt meselesinde de yapılması ve "azınlık" ihdası amacını taşıyan girişimlerin kesin şekilde engellenmesi gerekiyor. Birkaç, yıl önce Türkiye'nin PKK karşısında askeri başarı kazanamayacağını, bunu çıkmaz bir yol olduğunu, bu bataklığa saplanıp kalacağımızı öne sürenler, bu tezlerini çok bilmiş allame tavırlarıyla "ulusal kurtuluş mücadelesi" çerçevesinde savunanlar, "ver de kurtul" formülünü sureti haktan görünerek komprime bir halk dili ile Türkiye'ye yutturmak isteyenlerin, bunların içi ve dış yardakçıların encamı ortada... Ancak yüzlerinde ne utanma, ne de pişmanlık belirtisi var. Kapıdan giremedikleri alanı başka kanallardan sinsi şekilde zorlamaya çalışıyorlar. Şimdi ellerine kalaşnikof yerine bireysel haklar evrensel hukuk, kültürel kimlikler, iler demokrasi gibi enstrümanlar var, bunların politik illüzyon metodunu kullanarak sanal ortamlar hazırlamakta son derece becerikli olduklarını kabul etmek gerekiyor. Bilinen gazetelerin birinde Avrupa birliğinin isteklerini kabullenmek mecburiyetinde olduğumuz hükmü, "elimiz mecbur" başlığıyla veriliyor. Sanki Türk Dünyasının lokomotifi ve Başkan Clinton'un ifadesiyle 21. yüzyılın Avrasya politikalarını etkilemeye aday güçlü Türkiye değil de, 93 harbi mağlubu veya Sevr'in mecburu, kendisine mandater ülke arayan biçare Osmanlı yönetimi var.
Türkiye'nin sıkıntıları sadece Avrupa Birliğiyle sınırlı değil, önümüzde bir de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne bireysel başvuru çerçevesinde açılmış olan davalar var. Bunlardan "Loizidou davası" diye bilinen konudaki AİHM kararı önümüzdeki aylarda başımızı çok ağrıtacak niteliktedir. Titina Lozidu adındaki Kıbrıslı Rum kadın kuzey kesimindeki gayri menkullerinin kullanılmasını, Türk askerleri tarafından izin verilmediği ve bunu kendisini maddi zarara uğrattığı iddiasıyla açtığı davada, Türkiye'yi beşyüzbin dolar tazminat ödemeye mahkum ettirdi. Bu karar gerek usul ve gerekse esastan tam bir hukuk faciasıdır. Çünkü iddia edilen olay AİHM'nin kuruluşundan ve Türkiye'nin mahkemeye bireysel başvuru hakkını kabul etmesinden çok senelere önce meydana gelmiştir. Hukuk geçmişe dönük işlemeyeceği ilkesine aykırıdır. Türkiye Kuzey Kıbrıs'ta bir siyasi otorite olduğunu, dolayısıyla kendisinin muhatap kılınmasının mümkün olamayacağını, Kıbrıs'ın taraflar arasında siya i bir sorun olması sebebiyle iki taraftan mağdur kişilerin bulunduğunu ve bu konuların tartışıldığını öne sürerek, davanın reddini istediyse de, beyanları hiç dikkate alınmadı. Geçen ay toplanan Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinde Türkiye'nin kararın uygulanması hususunda bir kere daha uyarılması kararlaştırıldı. Bu kararın uygulanması halinde Türkiye geriden aynı gerekçelerle bekleyen yüzlerce davanın muhatabı olmayı peşinen kabul edecek ve sadece maddi açıdan bile altından kalkamayacağı bir yükle karşılaşacaktır. Ayrıca KKTC'nin hukuki varlığının bulunmadığını ve Kuzey Kıbrıs'ta Türkiye'nin işgalci bir güç olduğunu kabullenmiş olacak. Böylece AİHM kararı çerçevesinde Kıbrıs davasını kaybettiğimiz belgelenecek ve Rum tezleri tümüyle geçerlilik kazanacak.
Mesut Yılmaz'ın "insan hakları" savunuculuğunu üstlenmesi bazı sol liberal çevrelerinin yanı sıra, kapatılma tehlikesi ve Erbakan'ın mahkumiyeti sebebiyle fevkalade tedirgin ve endişeli olan Fazilet Partisinde bir umut ışığı olara görülüyor. İç ve dış konjüktürün rüzgarlarıyla demokrasi alanının genişletilmesi adına kanunlarımızda yapılacak muhtemel değişiklikleri, büyük ölçüde Mesut Yılmaz'ın sahiplenmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Ancak ilk bakışta son derece cazip ve kazançlı görünen bu pozisyonun şimdiden tahmin edilebilecek ciddi sakıncalarını göz ardı etmemek gerekir. Her şeyden önce Türkiye, bu konuları ve kavramları siyasi çıkar ve amaçlarındaki birliktelik ve ya paralellik sebebiyle, müşterek eylem platformu oluşturmaya çalışanlardan itibaren değildir. Hatta bunların toplumun ekseriyetini temsil etmedikleri,en gerçekçi kamuoyun yoklaması anlamına gelen seçim sonuçlarında görülebiliyor. Türkiye'nin siyasi ve sosyal dengeleri, kültürel yapısı bazı dar entelektüel gruplara, bunların medya, bürokrasi ve üniversitedeki, etkilerine bakılarak düzenlenmeye kalkışılırsa, demokrasinin esas işlerlik şartı ve etik kuralı olan halkın tercihleri, karar ve iradesi bir kenara itilmiş olur. Türkiye gerçi etkili bir azınlığın toplum tercihlerini hesaba katmayan saygısızlıklarına alışkındır. Ancak siyasetin bugünkü gündem maddeleri sıradan konular değildir. Bunların ülke bütünlüğüyle, millet kavramıyla Cumhuriyetin teme ilkeleri ve kuruluş felsefesiyle doğrudan ilişkileri hesaba katılmadan, sırf siyasi manevra malzemesi şeklinde kullanılmaya kalkışılması toplumsal huzursuzluklar ve hüsranlar doğurur, kaçınılmaz tepkilere yol açar.
Siyasette tecrübe basiretle pekiştirilmediği sürece tek başına başarı sağlamıyor.