Demokratikleşme Meseleleri ve 312. Madde

Nuri Gürgür (Türk Yurdu Dergisi, Nisan 2000)

Türkiye'nin AB'ne aday ülke olması, ülkemizde başta medya olmak üzere bir çok çevrede coşkuyla karşılanmış ve bunun Türkiye açısından yeni bir dönemin başlaması anlamına geldiği, her şeyin çok farklı olacağı ifade edilmişti. Kıbrıs ve Ege konuları başta olmak üzere, anlaşma protokolünde ülkemiz aleyhinde yorumlanması muhtemel hükümlerin bulunması fazla önemsenmemişti, hatta bazı bakanların itirazlarına karşı, Devlet Bakanı İrtemçelik bir virgülün yerinin değiştirilmezi suretiyle, gerekli anlam düzenlemenin yapıldığını ve her şeyin kontrol altında bulunduğunu söylenmişti. Aralıktan bu yana geçen üç buçuk aylık sürede, Lüksenburg kriterleri olarak anılan ve her aday ülkenin uymak zorunda bulunduğu şartların Türkiye ile Yunanistan arasındaki problemlerin aşılmasında ve Kıbrıs konusundaki gelişmelerin inisiyatifimiz dışında gelişme istidadı göstermesi, virgülün yer değiştirmesiyle değişen bir şeyin olmadığın ortaya çıkardı.

Her şeyden önce Avrupa ülkelerin kendi bünyelerinde "azınlık" tabirine verdikleri anlamın bizimle ilgili bakış ve algılayış tarzlarında önemli farklılıklar taşıdığı görülüyor. Bu durum aramızdaki sosyal ve kültürel farklılıkların yanı sıra, siyasi hesaplara dayalı çeşitli faktörlerden kaynaklanıyor. Bizdeki etnisite meselesiyle önemli benzerliklere sahip bulunan İspanya'ya karşı aldıkları tavrın, kıyaslanmayacak derecede farklı oluşu, AB parametrelerindeki çelişkilerin ve tutarsızlığın tipik bir örneğidir. Milletlerarası anlaşmaları hükümlerinin hesaplarına uyduğu ölçüde benimsiyorlar, uymadığı taktirde ya görmezlikten geliyorlar yahut diledikleri tarzda yorumlamak suretiyle iddialarına dayanarak yapmaya çalışıyorlar. Türkiye istediği kadar altında çoğununu imzaları bulunan Lozan anlaşmasında azınlık statüsünü ülkedeki Hıristiyan unsurlara tanıdığını, geri kalan bütün kitlenin Türk olduğunu, Kürtlerin hiçbir zaman azınlık sayılmadığı belirtsin, bildiklerini okumakta kararlı görünüyorlar.

Son aylarda Türkiye'yi ziyaret eden Avrupalı Dışişleri Bakanları, önce HADEP'i, PKK ile dirsek temasındaki sivil toplum kuruluşlarını ve nihayet bölücülük yaptıkları için tutuklu bulunan örgüt mensuplarını ziyaret edip, konuşuyorlar. Neredeyse Devletin resmi temsilcileriyle görüşmeye bile gerek duymadan çekip gidecekler. Üsluplarının alabildiğine kaba ve hatta küstah oluşu kolonilerini teftiş eden emperyal güç temsilcileri gibi davranmalar, kendilerini Türkiye'nin ne yapması gerektiğini buyuracak konumda görmeleri tesadüfi tavır benzerliklerinden ziyade şuurlu ve hesaplı bir tavır ve davranış görüntüsü sergilemektedir.

Başbakan Ecevit'in geçen ay başında ülkemize gelen Danimarka Dışişleri bakanı Petreson'a "PKK'ya verilen desteğin kamuoyunda hassasiyet yarattığı ve demokratikleşme alanında Türkiye'nin süratle adım atmasını engellediğini" söylerken duyulan tedirginliği ortaya koyuyordu. Ancak Avrupalıların bu ikazlardan fazla etkilenmedikleri ortadadır. Nitekim AB Kamuoyunun Genişlemeden Sorumlu Günter Verheugen yapılan ikazlara hiç aldırmadan kendisinin "konuyu Kürt meselesi diye ifade ettiğini" ve böylece bizim telakki tarzımızda itibar göstermediğini ortaya koydu.

Türkiye AB münasebetlerinde hazırlık müzakereleri süreci başlamaktadır. Verheugen, Milli Güvenlik Kurulunun (MGK) siyasi hayattaki rolü ve Kürt sorunun Türkiye'nin AB'ne Katılım Ortaklığı Belgesinde yer alacağını bildirdi.

Katılık Ortaklığı Belgesi aday ülkelerin kısa ve orta vadede yapmaları gereken işleri içeriyor. İki hassas konuda düzenlemeler yapılması isteğinin tarafların çok farklı görüş ve şartların bağdaştırmak suretiyle gerçekleştirilebilme imkanı kuvvetli görülmüyor. Bu durumda sürecin işlemesi mutlaka sağlanmak isteniyorsa, taraflardan birinin taviz vermesi zarureti ortaya çıkıyor. Türkiye'nin AB'den katı bir yaptırım talebiyle karşılaşması halinde üniter yapısın riske sokacak tavizlere yönelmesi elbette düşünülemez. Ancak bu konuların eninde sonunda masaya sürülmesi ve en açık ifadeyle bir haspalaşmanın yapılması kaçınılmazdır.

AB'nin daha ilk adımda görüşmeleri siyasi yaptırım şartlarına bağlamaya çalışması Türkiye'nin köşeye sıkıştırılması anlamına geliyor. Halen cezaevlerinde bulunan bazı sağcı, muhafazakar ve dindar mahkumlar, tutuklular Avrupalıların ilgi alanlarını dışında kalıyor. AB Parlamenter Heyeti Leyla Zana ile görüştürülmedikleri gerekçesiyle Türkiye'yi ziyaretlerini iptal ediyorlar, ancak cezaevinde bulunan Hasan Celal Güzel7in varlığından bile habersiz görünüyorlar.

Dışarıdan demokratik kurallar adına öne sürülen bazı şartları yerine getirmeniz ısrarla istenirken, içerde TCK'nun 312. maddesiyle ilgili tartışmalar giderek yoğunlaşıyor. Son yıllarda bir çok tanınmış politikacı hakkında uygulanan bu madde, Necmettin Erbakan'ın son mahkumiyet kararı vesilesiyle, ülke gündeminin ilk sırasına oturdu. Erbakan'ın hapis cezasının yanı sıra siyasi hakların ebediyen kaybetmekte oluşu çeşitli çevrelerde tepkiyle karşılandı. başbakan Ecevit bunu içine sindiremediğini açıkladı. MHP Genel Başkanı Bahçeli ise 312. maddenin kaldırılmasına karşı olduğunu söyledi. Önümüzdeki günlerde üzerinde çok tartışılacağı anlaşılan bu konuda üç temel görüş ortaya çıkmış bulunuyor. 312. maddenin tamamen kaldırılması, maddede zikredilen fiillerin tarifine netlik ve açıklık sağlanması, olduğu gibi muhafaza edilmesi... Baş Savcı Vural Savaş'ın bu konuda ABD ile Türkiye arasında Tayip Erdoğan'ın siyasi haklarına kavuşabilmesi amacıyla değişik yapılması için mutabakat sağladıkları şeklindeki ifadeleri doğrulanmamış iddialar olarak değerlendirilebilir.

Sayın Erbakan'ın siyasi hakları kaybetmekte oluşu kıdemli ve tecrübeli bir politikacını devre dışı kalması açısından üzüntü vericidir. Ancak mahkumiyet kararının gerekçesini oluşturan sözlere bakıldığında, bunların üslup, mekan ve zaman bakımından söylenmesinin mahzurlarının yanı sıra, içerik olarak da doğru ve uygun olmadıkları görülür. İlkokul çocukların "Türküm, doğruyum, çalışkanım" demelerini etnik bir iddialaşma şeklinde algılanması samimi bir yorum değildir. Kaldı ki milli devlete geçilmeden önce, yani okullarda bu ifadelerin kullanılmadığı Osmanlı döneminde, "İttihad-ı anasır" politikaların uygulandığı sıralarda etnisite problemleri had safhada yaşanmıyor muydu?

İmparatorluğu parçalayan milliyetçilik cereyanlarının Türk milliyetçiliğine karış tepkilerden vücuda geldiğini söylemek tarihi inkar etmektir. Çünkü Türkler, siyasi, sosyal ve kültürel ayrışmanın şiddetle yaşandığı dönemlerde nizamı koruyabilmek için mili kimliklerini telaffuzdan özenle kaçınmışlar, milliyetçiliği bütün olara gündeme getirmişlerdir. Bunun doğru bir politika olup olmadığı tartışılabilir, ancak tarihi gerçek bundan ibarettir. Gerçi safsatadır. Milli ve şahsi onurumuzun, güvenliğimizin ve en önemlisi varlığımızın, milletler topluluğuna saygınlığımızın yegane gerçekleşme alanı anlamını taşıyan "milli devlet" e ve ona vücut veren fikir ve felsefeye, bunları idame ettirmeye matuf uygulamalara herkes saygılı olmak zorundadır. Özellikle kıdemli politikacıların bu hususlarda üslup ve içerik yanlışı yapmamaları şarttır.

Politik çevrelerde ve basında tartışılmaya devam edilen 312. maddeyle ilgili olarak 20 Mart 2000 tarihli Zaman Gazetesi de Ahmet Selim imzasıyla yayınlanan yazıyı konuya ışık tutması açısından önemli buluyor ve aynen alıyoruz.

"Acaba kanunu açıp 3127nin metnini düşünerek okuyan var mı? Yoksa herkes, Dr. Nazım'ın "uğruna dağa çıkarak mücadele ettiğimiz anayasayı hiç okumamıştık" demesi gibi, ezbere mi konuşup yazıyor? Mesele, yorumla ve uygulamayla mı, metnin lafzıyla mı ilgilidir? Şöyle bir bakalım:

Birinci fırka "kanunun cürüm saydığı filleri övmek", "halkı kanunlara itaatsizliğe tahrik"ten söz ediyor. İkinci fıkra, "Halkı, sınıf-ırk-din-mezhep-bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik" fiilini hükmü bağlıyor. Şimdi bu maddenin, müstakil hüviyeti ve mahiyetiyle, hukuken bir tarafı var mı? "Kaldırılma" aslen suç teşkil etmeyen bir fiilin suçmuş gibi gösterilmesi durumunda bahis konusu olur. Burada öyle bir durum yok. Öte yandan, bir maddenin kaldırılması, bir suçu hükümsüz bırakmaması halinde düşünülebilir. Bu madde kaldırıldığı zaman, konusunu oluşturan cürümler hangi maddeye göre engellenecek ve cezalandırılacaktır?

O halde, kaldırılması değil, yoruma ve uygulamaya açıklık getirici düzenlemeler konuşulmak gerekir, Ord. Prof. Sulhi Dönmezer de bu noktayı önemle işaretledi.

Dikkatlerden kaçan şudur: Müşahhas sonuçlar açısından suç unsurların teşekkülünü daha sarih bir tarif çerçevesine almak lüzumlu iken, siz kaldırmayı savunursanız, lüzumlu iken, siz kaldırmayı savunursanız, lüzumlu olanın savunulmasına da zaaf getirirseniz. Ve bizde hep böyle olmuştur. "Kalsın mı kaldırılsın mı?" ikilemine sıkışmış bir tartışmadan hiçbir zaman tadil zaruretine cevap verici müspet bir sonuç çıkmaz. Çünkü o yönde yeteri kadar düşünme imkanı doğmaz "kalsın mı, kalksın mı?" tartışmaları her defasında "kalkacağına kalsın daha iyi" kanaatinde haklılık kazandırır.

... Bu bir "üslup ve metot" meselesidir. Slogancı cazibeler nüansları yok eder ve "bilimsellik" havada kalır. Biz buna alıştık.

Mesela "Yasaklar kalksın" denilmesi çok caziptir. Doğru pek cazip değil: "Sınırsız hak ve hürriyet olmaz, sınırlar da yasaklarla belirlenir" önemli olan, sınırlama yetkisin de sınırlı olmasıdır ve demokrasini üstün tarafın burasıdır ama kime nasıl anlatacaksın? "Vay efendim sen yasaklardan mı yanasın!" tepkisiyle karşı çıkarlar ve dinlemezler bile. Öyle ya, gerçek demokratlar sınırsızlığı (ölçüsüzlüğü!) savunurlar.

Dengi, ölçü , itidal, tutarlılık, derinlik... Bunlarda nefsini cazibe yok. Tepki, itraf-tefrit, slogan, moda, kolaycılık, yavanlık... Nefsin cazibe ihtiyacını bunlar tatmin ediyor. Ve işte demokrasi bundan dolayı gelişmiyor.

Fikir hürriyetini sınırlanması bahsi de hem klasik hem modern literatürde yeteri kadar işlenmiştir

1. Tahkir hürriyeti fikir hürriyeti değildir.
2. Şiddet propagandası ve bölücülük fikir hürriyeti kapsamına girmez.
Açık ve yakın tehlike halinde, konjöktürel sınırlama bahsis konusu olabilir. Bu, Amerika'da da böyle, Almanya'da da , Fransa'da da, İtalya'da da, İngiltere'de de. Beğen beğenme, bu bir realite. Akıllı adam realiteyi görür ve dikkate alır. Rasyonellik de bu demektir.

Bazı yazılarda ve kitaplarda görüyorum... "Gönüllü beraberlik" sözü ile, kullanılmayacağı vaat edilen bir ayrılma hakkını zımni varlığı ifade ediyor. Bu olmaz beyler. Vazgeçin bu çeşit kolaycılık ütopyalarından. Doğru-eğri meselesi değil bu. Bana göre temelinden yanlıştır, size göre doğru bile olsa vazgeçin, buna izin verilemez,buna izin vermeye kimsenin gücü yetmez. Böyle bir gizli ısrar, fikir hürriyetinin sınırlarını daha da daraltır... Bir bu mesele, bir de "çok hukuklu, çok şulu, çok bulu..." tarzındaki teorisiyenlikler, demokrasimizin tabii gelişmesini engellemiştir. Güveni zedelemiş, kuşkuları korkuları beslemiş, sevgilerin ifadesiz ve tezahürsüz kalmasına yol açmış, "yorum" imkanların menfi tevilere doğru kaymasına sebebiyet vermiştir. Ama bunun bedelini bir avuç kolaycı aydın değil, milletimiz ödemiştir.

... Gelin sakin-sakin, üretken bir itidal şuuruyla yeniden düşünelim. Demokratlığın en zor tarafıdır bu ve aradığınız "aydın farklılığı akıl burada tecelli eder"