Müslümanlar Kendilerini Şimdi Değilse Ne Zaman Sorgulayacaklar?
Charlie Hebdo isimli mizah dergisine yapılan saldırı ve ardından faillerin yakalanması için sürdürülen operasyon sırasında yaşananlar, olayın hem muhtemel etkileri ve sonuçları, hem de nedenleri açısından küresel bir sorun olduğunu gösteriyor.
Fransız toplumunda, 18nci yüzyıldan beri birçok Batı ülkelerinden daha fazla dogmalara, tabulara karşı olan, bütün dini kutsallara, fikirlere karşı tavrı bulunan, laisizmin en radikal tarzının benimsendiği bir zihniyet egemendir. Söz konusu mizah dergisi yıllardan beri bu anlayışı benimseyerek anarşist bir anlayış içerisinde neşriyat yapar, sayısal bakımdan İslamiyet kadar olmasa da Katolik Kilisesi, Papa ve Yahudileri de konu alan karikatürler, yazılar yayınlar. İslâm’la ilgili yayınlarını doğrudan Müslüman yahut göçmen düşmanlığından dolayı değil, kendince bağnazlığa karşı olma gerekçesiyle yapar. Fransız toplumu bu tarz yayınları ifade ve düşünce özgürlüğü olarak gördüğünden, basın özgürlüğünün sonucu saydığından normal karşılar; tepki göstermez. Bu yüzden Fransızlar 10 dan fazla insanın hayatını kaybetmesinin ötesinde, bu saldırıları benimsedikleri değerlere, hak ve özgürlüklere yapılmış olarak görüp tepki gösteriyorlar. Aslında Fransa’da egemen olan anlayışın aksine, AİHM 1994 tarihli bir kararında, Hz.İsa’ya hakaret içeren bir filmin yasaklanmasını “yurttaşların dini duygularının rencide edilmelerine karşı korunmaları gerektiği” gerekçesiyle uygun bulmuştu. Ama aradan 20 yıl geçtikten sonra benzer bir karar çıkabilir mi, bilemeyiz.
Gösterilen tepkilerin Fransa ile sınırlı kalmayacak derecede farklı boyutları ve anlamı var. 21 nci yüzyılda dünyada barış, huzur ve istikrarın sağlanabilmesi için meselenin hacmiyle orantılı şekilde ele alınması, çeşitli açılardan serinkanlılıkla, objektif şekilde incelenmesi uluslararası alanda ortaklaşa çözüm yollarının aranması gerekmektedir. Başka bir ifadeyle bu büyük sorunun altından ne tek başına Fransa, ne Avrupa ne de İslâm dünyası kalkabilir. Sorun bu haliyle sürüp gittikçe giderek derinleşecek, müzminleşecek, sonuçta Handington’un yıllarca önce işaret ettiği “medeniyetler çatışması”na dönüşecektir; ortaya çıkacak kan ve gözyaşı sınır tanımaksızın bütün dünyayı kaplayacak hale gelecektir.
Batı dünyasında, özellikle Avrupa’da hızla tırmanan İslâmofobi (İslâm korkusu) bu olay üzerine daha da yoğunlaşacaktır. Çünkü Batı’da bu zemini hazırlayan elverişli bir politik, psikolojik, sosyal ve ekonomik ortam var. Bu cümleden olarak Almanya’da kısa süre önce ortaya çıkan İslâm karşıtı PEGİDA hareketinin düzenlediği eylemlere katılım katlanarak büyüyor. Almanya’da bu yıl içerisinde camilere yapılan saldırılar 36’dan 75’e yükseldi. İsveç’te de benzer olaylar yaşanıyor. Yapılan anketlerde Alman halkının % 51’i İslâm’ı tehdit olarak görüyor; % 57’si yabancıların ülkeyi hemen terk etmesini istiyor. Avusturya, Hollanda, Belçika ve İskandinav ülkelerinde de durum aynı. Kısa bir süre önce Norveç’te fanatik bir Norveçli İslâm tehlikesine dikkati çekme gerekçesiyle öğrencilerin üzerine ateş açıp katliam yapmıştı. Başta Fransa olmak üzere, Batılı ülkeler Müslüman nüfusunun çoğalmasını kültürel bir tehdit olarak görüyorlar. Fransa’da büyük çoğunluğu Kuzey Afrika’dan gelene ve vatandaşlık statüsü verilen 6 milyona yakın Müslüman var. Bu ülkelerde yerleşerek yaşayan, buralarda doğup büyüyen üç dört kuşak göçmenlerin oluşturduğu “Avrupalı Müslümanlar” diye bir toplumsal tabaka mevcut. Paris saldırısını yapanlar da bu kimliği taşıyorlar.
Bunların çoğunluğu kendi kültürlerini önemli ölçüde koruduklarından, asimile olmadıklarından “öteki” olarak görülüyorlar. Vatandaşlık haklarından eşit ve adil şekilde yararlanamayınca zaman zaman kitlesel tepkiler gösteriyorlar. Bu mağduriyet psikolojisi, ırkçı ve ayrımcı tavırlardan kaynaklanan ezilmişlik hali genç Müslümanlar arasında El Kaide yahut IŞİD gibi radikal örgütlerin etkili olmasına yol açıyor.
Avrupa’da yüzyıllar öncesinden arta kalan Haçlılık zihniyetinin hortlamasını, oryantalizmin toplumsal bir kabul görmesine yol açan “İslâmofobya” sorununun diğer ucunda “selefcicihatçılık(cihadizm)” yer alıyor. Hz. Ali’yi bile tekfir edip şehit edecek kadar bağnazlaşan bir İslâm yorumu son yirmi yıl içerisinde İslâm dünyasının üzerine karabasan gibi gelip oturdu.
80’li yıllarda Sovyetler’e karşı mücadele veren mücahitleri destekleyen ne Amerika Birleşik Devletleri, ne de Suudiler bu cephede savaş kabiliyetini gerçekleştiren, deneyim kazanan, İslâm’ın selefi yorumunu benimseyen grupların, ileriki yıllarda başlarına buyruk hale geleceklerini, küresel hedeflere yöneleceklerini düşünmediler.
80’li yılların ortalarında Çeçenistan’da başlayan bağımsızlık girişimleri, Ruslar’ın haklarını gasp ettiği mağdur bir Müslüman halkın meşru savunma çabaları olarak haklı görüldü; İslâm âleminin her yerinde sempati topladı, manevi destek buldu.
Bu yıllarda Afganistan ve Pakistan’da İslâmi eğitim veren yüzlerce medresede selefici anlayışla eğitilen kitleler arasında cihatçı eğilimler dal budak saldı. Zengin bir işadamı olan Suudi Usame Bin Laden’in ve Eymen El Zevahiri’nin liderliğini yaptığı El Kaide 1988’de kuruldu. 2011’de bu örgüt tarafından yapılıp yapılmadığı hâlâ tartışılan 11 Eylül saldırısıyla El Kaide Dünya çapında bir marka haline geldi. Müslümanların yaşadığı birçok Asya ve Afrika ülkesinde bu örgütle irtibatlı gruplar ortaya çıktı. Bunların arasında Amerika’nın Irak’ı işgali üzerine Sünnilerin başlattığı silahlı direniş hareketleri arasında yer alan ve 2004’de El Kaide’ye bağlılığını açıklayan örgüt de vardı. Arap baharı sürecinde 2011 de Suriye’de başlayan iç savaş döneminde, bu örgütün stratejisinde, hedefinde ve yönteminde köklü bir değişim meydana geldi. Kökten dinci bir organizasyon olan El Kaide, belirli bir toprak parçasında egemenlik amacı gütmeyen, birbirinden uzak hedeflere yönelen, ABD’ni baş düşman sayan bir anlayışı benimserken, önce IŞİD (Irak-Şam İslâm Devleti), daha sonra İslâm Devleti adını alan örgüt İslâm Devleti ve halifelik kurma iddiasıyla konvansiyonel savaş başlattı. El Kaide’den ayrıldığını açıkladı, ona bağlı El Nusra gibi örgütleri de çevresinde topladı. IŞİD’in geçen yıl Irak ve Suriye’de elde ettiği başarılar, Musul’u bırakıp dağılan Merkezi Irak ordusundan elde ettiği silah stokları, kontrolüne aldığı petrol kuyuları başta olmak üzere, büyük gelir kaynakları edinmesi bu örgütü bir anda bölgesel ciddi bir varlık haline getirdi. Cihadist selefiler arasında, Avrupa başta olmak üzere dünyanın her tarafından yüzlerce Müslüman genç örgüt saflarına katıldı. Halen Suriye’de 20 ila 50 bin arasında silahlı bir güce sahip olduğu öne sürülmektedir.
Günümüzde önce El Kaide, şimdi de IŞİD İslâm’ın cihadist ve selefici yanının temsil eden hareketlerdir. Bunların varlığı İslâmofobi’yi güçlendirdiği gibi, Batı’da giderek yaygınlaşan İslâm karşıtı hareketler cihadizme en güçlü gerekçe oluyor; böylelikle bu iki akım birbirini besliyor.
Cihatçı, selefici hareketlerin Irak ve Suriye, Yemen ve Nijerya başta olmak üzere, etkili oldukları bölgelerde rakiplerini korkutup sindirmek, halkın üzerinde egemenlik kurmak maksadıyla kullandıkları şiddet yöntemi, yaptıkları kitlesel katliamlar, baş kesme törenleri medya aracılığıyla anı anına izlenebiliyor. Ekran başında bunları gören yahut gazetelerde okuyan insanlarda yapanlara karşı doğal olarak korku, nefret ve öfke gibi duygular oluşuyor. Bu eylemleri sürdüren örgütlerin sürekli Kur’an’ı referans aldıklarını, bunları cihat bağlamında yaptıklarını öne sürerek hareketlerine kutsallık izafe etmeye çalışmaları Müslümanları çok büyük sorunlarla karşı karşıya bırakıyor. Başka bir ifadeyle Cihadizm, dünya görüşü olarak şiddeti yöntem olarak benimsediğinden terörle bütünleşiyor; sonuçta ortaya çıkan vahşet görüntüleri, katliamlar sadece yapanlara mal edilmiyor, doğrudan İslâm inancı sorgulanmaya başlanıyor. Mesele İslâm âlemiyle birlikte Türkiye için de büyük bir sorundur. Sorunun İslâmî tefekkür ve düşünce tarafının yanında, Türkiye açısından ülkemizin güvenliği, toplumsal huzur ve barış gibi kendimize özgü tarafları var. Bunların birbirine bağlı şekilde ciddi birer tehdit unsuru olarak karşımızda duruyor.
IŞİD’in ortaya çıkmasının bölgedeki dengeleri aleyhimizde nasıl etkilediği, PKK-PYD’nin Amerika Birleşik Devletleri’nin güvenilir müttefiki konumuna geldikleri ortada. Yapılan araştırmalar IŞİD’in Türkiye içerisinde ciddiye alınmasını gerektiren toplumsal bir tabanının bulunduğunu gösteriyor. Boğaziçi Üniversitesi’nin bu konudaki bir araştırmasında, ülkemiz genelinde IŞİD’e sempati duyanların oranının % 5 olduğu ifade edilmişti. Bu oran nüfusumuza yansıtıldığında ortaya kaygı verici bir rakam çıkıyor. Prof. Ümit Özdağ 21. Yüzyıl Enstitüsü’nün yapmakta olduğu araştırmada Türkiye’den IŞİD’e katılanların sayısının 10-12 bin olduğunu açıkladı. Taşhiyeciler, Aczimendiler ve bir takım dini gruplar El Kaide’yi açıktan açığa övüyorlar, Paris’teki saldırıda ölen eylemciler için gıyabi cenaze namazı kılarak, bunu kamuoyuna duyurarak terörün propagandasını yapabiliyorlar. İhvan-ı Müslümin’in Mısır ve Suriye’de yediği büyük darbeler neticesinde demokratik yollardan iktidar olma yollarının tıkandığını görmesi, Türkiye’de bu anlayışı benimseyen kesimler arasında hayal kırıklığı oluşturdu. Kendilerini bir açmazla karşı karşıya gören ülkemizdeki Müslüman Kardeşler taraftarları arasından da IŞİD’e kaymalar yaşandığı bir gerçektir.
Halen Türkiye’de İslâmcılık adına faaliyet gösteren onlarca vakıf, dernek ve benzeri oluşum selefici yorumları benimseyerek, “gerçek Müslümanlık budur” diyerek yorumlarını yaymaya, taraftar toplamaya çalışmaları, inanan kesimlerde özellikle gençler arasında büyük bir kafa karmaşası doğuruyor. Bu merkezler beyinlere nüfuz ederken, Diyanet İşleri’nin, İlahiyat Fakülteleri’nin yani İslâm’ı gerçek anlamıyla anlatmakla, öğretmekle yükümlü yerlerin gerektiği kadar aktif olmamaları büyük bir boşluk oluşturmaktadır. İslâm’ın cemaatle doğrudan muhatap olunan ana mekânı olan camiler, yıllardan beri görevli imamların sadece namaz kıldırdıkları birer alan halinde kullanılmaktadır. Bu durum cami cemaatinin kâmil anlamda İslâmî bilgi edinmelerini, Kur’an’ın hükümleriyle, hikmetiyle yeterli derecede aydınlanmalarını engellemektedir. İslâm’ı her yönüyle iyi bilen ve cemaatle kalbî ve fikri ilişki kurabilen, anlatım kabiliyeti bulunan, inancımızı günümüzün şartlarıyla, sorunlarıyla bağlantılı olarak anlayıp anlatabilen, kafalardaki sorulara tatminkâr cevaplar verebilen imamlara, din adamlarına olan ihtiyacımız büyüktür. Bunların eksikliği telafi edilmedikçe İslâm adına yanlış yollara yönelenleri, Anadolu’nun yüzyıllara dayalı tasavvufi geleneğinden, manevî birikiminden, insanlarla ilişki tarzından yararlanarak uyaracak Diyanet camiamız olmaz. Bu eksiklik sürdükçe sorunlar büyüyüp derinleşecektir. İslâm’ın rahmeti, şefkati, muhabbeti öngören, insanları nefislerini ıslaha, olgunlaşmaya, mükemmelleşmeye yönelten bir hayat tarzı, dünyaya bakış olarak benimsenmesini isteyen Kitabımızı anlayıp anlatamayınca, bir sürü marjinal unsur diledikleri gibi at koşturabiliyor. Mütedeyyin kesimler ve özellikle gençler bunlardan etkileniyor.
Siyasi iktidar dinî hayatımızla ilgili ihtiyaçlarımızı görüp, tedbirler almak yerine, mütedeyyin kesimlerin desteğini almak maksadıyla popülist girişimler yapmayı tercih ediyor. İmam Hatip okullarının sayılarının hızla artması, öğrencilerin bu okullara yönlendirilmeleriyle arzu eden “dindar nesiller”in oluşumunu kesinlikle sağlayamaz. Tam tersine bu tarz siyasal tavırlar gençler arasında hem İmam Hatip okullarının temsil ettiği zihniyete, hem de doğrudan İslâm’a karşı soğukluk duyulmasına yol açar. Nihilist eğilimli gençlerin sayısı çoğalır. Din siyasi hesaplarla araçlaştırılmaya çalışıldıkça siyasi bir alana sıkıştırılıp kalır. Siyasetin ve siyasetçilerin, İslâm’ın manevî, ahlâkî, insanî esaslarıyla bağdaşmayan tavırları geniş nesillerin manevi dünyalarının körelmesine yol açar. Diyanet camiası ve bu kurum görevlileri iktidarın teveccühünü kazanmak için doğruları ifadeden kaçındıkça, toplantılarını siyasi liderlerin mesajlarını vermek için platform haline getirdikçe itibarlarını, inandıklarını kaybederler. Türkiye’de bunlar günübirlik olaylar haline geldiğinden Diyanet’in topluma manevi rehberlik işlevi yapması imkânı kalmıyor.
Cihadizmin küresel bir tehdit haline gelmesinde Batı’nın İslâm dünyasında sebep olduğu travmaların, yüzyıllardır sürüp gelen işgal ve sömürü çabalarının, yaptıkları haksızlık ve zulümlerin büyük payı olduğu açıktır. Batı toplumlarında hâlâ Ehl-i Salip zihniyetinin tortuları görülüyor; iki yüz yıllık oryantalist geleneklerinden kurtulabilmiş değiller. Filistin’de milyonlarca insan 70 yıldır İsrail zulmüne terk edilmiş durumda. Irak, Suriye ve Libya’da yüz binlerce insanın ölmesini, milyonlarca Müslüman’ın evsiz, barksız kalıp perişan edilmelerini ısrarla görmezlikten geliyorlar. Müslüman coğrafyalarında ekonomik kaynaklara egemen olma hırslarından kaynaklanan aç gözlülüklerinin neden olduğu tepkileri anlamıyorlar.
Bütün bu gerçekler bir yana, Müslümanların sorunları ve Türkiye’nin kendine özgü meseleleri sürekli Batılıların yaptıkları yanlışlar anlatılarak çözülemez. İslâm âlemi ve Türkiye öncelikle kendi muhasebesini yaparak, yanlışları görerek bunları düzeltmek mecburiyetindedir. Biz kendimizi düzeltmeden halimizin düzelmeyeceği ilahi hikmetinin ışığı altında vakit geçirmeden kendimizi sorgulamanın, kendimizle yüzleşmenin tam zamanıdır.