Türkiye Bu Tuzağa Nasıl Düştü?

Türkiye’nin 20 Ekim 1921’de Fransızlarla yapılan Ankara Antlaşması’nın 9 ncu maddesine göre “Süleyman Şah’ın Caber Kalesi’nde bulunan ve Türk Mezarı namıyla bilinen kabri müştemilatıyla birlikte Türkiye’nin malı olacak ve Türkiye orada muhafızlar bulunduracak, Türk bayrağı çekebilecektir.”

 

Suriye’nin bir süre önce bu bölgede inşa etmeye karar verdiği baraj sebebiyle Türbe ve müştemilatı iki defa buraya yakın yerlere nakledilmişti. IŞİD’in Süleyman Şah Türbesi’nin de olduğu bölgede hâkimiyet kurmasıyla birlikte buraya yönelik bir saldırı yapması muhtemel hale gelmişti. Türbenin korunmasıyla görevli 40 kadar askerimizin bulunduğu karakolun IŞİD güçleri tarafından kuşatılması sonucu birliğimizin değiştirilmesi iki aydan beri mümkün olamıyordu. Hâkimiyet kurduğu alanlardaki bütün türbe ve anıtları yıkan IŞİD bu Türbe’nin varlığını da kabullenmek niyetinde değildi.

 

Geçen Ağustos ayında Taraf gazetesinde Musul’daki rehinelerimizin bırakılması maksadıyla IŞİD’le yürütülen temas ve görüşmeler sırasında, rehinelerimize karşılık Türkiye’nin elinde bulunan bazı IŞİD militanlarının verilmesinin yanı sıra, Süleyman Şah Türbesi’nin de uygun bir zamanda boşaltılacağı sözü verildiği yolunda manşet bir haber yayınlanmıştı. 23 Şubat tarihli aynı gazetenin tahliye haberi “keşke haklı çıkmasaydık” başlığı ile verilirken, başka bir iddia daha öne sürülüyor ve “operasyonun altında ABD’nin bir süredir üzerinde çalıştığı petrol koridoru projesi çıktı. Washington 11 aydır IŞİD’in kontrolü altında bulunan türbe için çözüm bulunmasını istedi; Türkiye’ye tahliyeyi önerdi” deniliyor.

 

Büyük bir belirsizliğin hüküm sürdüğü şu aşamada bu iddiaları tartışabilecek bilgilere henüz sahip değiliz. Bugün üzerinde durulması gereken esas konu, bu tahliyenin anlamı, siyasal etkileri, güneyimizde iki komşu ülkede hüküm süren derin otorite boşluğu, etnik ve mezhebî savaş hali ve bütün bunların ülkemize yansımalarıdır.

 

Hükümet sözcülerinin ve yandaş medyanın operasyonun büyük bir zafer olduğunu öne sürmeleri, bazı gazetelerin “karar verdik ve yaptık”, “bayrak inmedi” şeklindeki manşetleri gerçeği yansıtmıyor. Bu tarz ifadelerin kamu oyundaki tepkileri iktidarın lehine kanalize etme niyetinin ötesinde anlamının olmadığını muhtemelen kendileri de biliyorlardır.

 

Türkiye’nin bölge ülkeleriyle ilişkilerini tümüyle bloke eden, hareket kabiliyetini her yönden felç eden bugünkü dış politika çıkmazından kurtulabilmemiz için öncelikle partizanca tavırları, yararı olmayan siyasi polemiklerin bir kenara bırakılması, iktidarın her hareketini “hikmet-i hükümet” olarak benimseyip savunma reflekslerinin terk edilmesi gerekiyor.

 

Ortada yalın bir gerçek var; Süleyman Şah Türbesi’nin de bulunduğu Saygı Karakolu’nu muhtemel bir IŞİD saldırısına karşı korumamızın bize pahalıya mal olacağını, ciddi sorunlara yol açacağını, bunların altından kalkmamızın kolay olmayacağını gören asker ve hükümet, çekilme kararı aldı. Bunu uygulamak suretiyle uluslararası anlaşmalar çerçevesinde Türk toprağı olarak kabul edilen bir alan, çapı ne olursa olsun “terk edildi”. Bayrağımızı buradan indirip hududumuza 180 metre mesafedeki iki adımlık bir yere dikmiş olmak “terk etme”nin olumsuz anlamını telafi ettiğine inanarak gerçeği görmezlikten gelmeye kalkışmak yerine, bu noktaya nasıl gelindi, IŞİD, PYD, El-Nusra, El-Kaide gibi örgütleri ortaya çıkaran ortam nasıl doğdu gibi sorulara dürüstçe cevaplar aramalıyız. Bunu yapmak yerine siyasal taassuptan kurtulamadığımız, olaylara parti gözlüğümüzle baktığımız sürece güneyimizi boydan boya saran, önümüzde dağlar gibi duran sorunlar yumağından kurtulamayız.

 

Türkiye’nin AKP iktidarı dönemindeki dış politikasının temel argümanlarının başında “oyun kurucu ülke” olma iddiası yer almıştır. Irak, Suriye, Filistin ve Mısır gibi konulara sürekli bu anlayışla yaklaşılmıştır. Dönemin Başbakanı Erdoğan’ın Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı’nı “haşlaması” başta olmak üzere, ezilmişlik duygusu içerisinde kıvranan Arap halklarının duygularını okşayan sözler ve tavırlardan kaynaklanan övgülerin, avami tezahüratların reel politik geçerliliğinin bulunup bulunmadığını düşünme ihtiyacı duymadan “kanatlanıp uçmaya” kalkıştık.

 

Tunus ve Libya’da başlayan Arap baharının Suriye ve Mısır’a yansımaları üzerine, tarihi bir dönüşüm vaktinin geldiğine inanan iktidar, gelişmeleri yönlendirmeye hatta yönetmeye kalkıştı. Suriye ve Mısır’da başlayan muhalefet hareketinin içerisinde İhvan-ı Müslimin grupları ön plâna çıkmıştı. Geleneksel tavırlara aykırı bir tarzda siyasal bir aktör olmak, iktidara geçmek istiyorlardı. AK Parti iktidarının dünya görüşü, siyasi, sosyal ve kültürel düzen anlayışı Seyyid Kutup’ların, Hasan El Benna’ların kurucusu oldukları bu hareketin zihniyetiyle önemli ölçüde örtüşüyordu. Bu yüzden Müslüman Kardeşler’in başta Suriye ve Mısır olmak üzere, Arap ülkelerinde iktidara gelmek için başlattıkları girişimlere yardımcı olmaya, destek sağlamaya karar verildi. 2011 yılının ilk aylarına kadar neredeyse hudutların ortadan kaldırılması aşamasına gelinen Suriye ile, bir anda köprülerin atılmış olması hükümetin siyasi bir tercihidir. Keza Mısır’da çok küçük bir farkla Cumhurbaşkanı olan, güçlü bir toplumsal ve kurumsal desteğinin olmadığı kısa sürede ortaya çıkan Mursi’ye önü arkası düşünülmeden fanatik bir taraftar tavrıyla kol kanat gerilmesi, “biz Türkiye’de direndik kazandık, sen de orduya ve kurumlara karşı cesur ol ve diren” denilerek cesaret verilmesinin sonucunun nelere yol açtığı ortada.

 

Suriye ve Mısır’da yaşanan faciaların, Müslüman Kardeşler’in kitlesel düzeyde acımasızca ezilmelerini, yüzbinlerce insanın ölümünün, milyonlarca insanın yurdunu terk etmek zorunda kalmasının, ülkemizdeki iki milyondan fazla sığınmacının, Suriye’nin baştan başa harabeye dönmüş olmasının sorumluluğunu ABD ve Batı’nın iki yüzlü politikalarını, İsrail’in sinsi oyunlarına, Rusya ve İran faktörlerine bağlamak AK Parti iktidarının bu gelişmelerdeki vebalini ve sorumluluğunu örtemez.

 

Türkiye gücünü ve imkânlarını abartarak bölgenin özelliklerini, güç dengelerini yanlış okuyarak, etnik ve mezhebi kutuplaşmaları göz ardı ederek kendi kendisini kurtulması kolay olmayacak bir tuzağa sürükledi. İktidar bu gerçeklerin farkında olmak istemedi. Oysa bölgemizde başta Irak ve Suriye’de olmak üzere, yaşanan her statüko değişmesinden olumsuz anlamda en fazla Türkiye etkilenmiştir. Saddam’ı devirmeye yönelik iki operasyonun sonucunda Irak’da oluşan yönetim boşluğu sonucunda, bir yandan fiili bir Kürt devleti doğarken, diğer yandan PKK bu olayları birer atılım vesilesi yapıp güçlendi. Türkmenler kendi kaderlerine terk edildi.

 

Suriye’de iktidardaki BAAS rejiminin yapısı, toplumu kılcal damarlarına kadar kontrolünde tutması, silahlı kuvvetler ve polis teşkilatındaki gücü hesaba katılmadan, Müslüman Kardeşler’in girişimlerine destek verildi. Esat rejiminin kitlesel tepkilerle devrileceğine inanıldı. Hatta 3 ay, 6 ay gibi vadeler biçildi. Bu yanlışların yol açtığı sonuçların bu dünyada muhasebesi yapılır mı, siyasal bir karşılığı olur mu bilemeyiz; ama herkesin her türlü fiil ve tasarruflarının sorgulanacağı ilahi hesap gününde bu faciaların doğmasına, milyonların acılarına yol açan yanlışları yapanlardan, bunların vebalini omuzlarında taşıyanlardan bir hesap soran elbette bulunur. Kimse niyetimiz başkaydı, biz bu sonuçları istemedik yahut düşünmedik diyerek sorumluluktan kurtulamaz.

 

Suriye’de yaşanan otorite boşluğunun kazananlarından biri de bir kere daha PKK-PYD oldu. TBMM kürsüsünden Türkiye’yi bu örgütle işbirliğine çağıran, terör örgütünü meşru ve haklı göstermeye kalkışan konuşmaların yapılmasının esas sebebi bu günkü ortama yol açan iktidarın yanlış politikalarıdır. Önümüzdeki dönemde başka nelerle karşılaşacağız, Washington’dan, Batı’dan PKK-PYD’ye yakınlaşmamız hususunda ne gibi baskılara maruz kalacağız, neleri vermemiz istenecek; uygulanan politikalar şimdiki çizgisinde sürerse bunlara da şahit olacağız.

 

Amerikan askerinin İkinci Dünya Savaşı’nda bir Japon adasında kazandıkları zaferi simgeleyen bayrak çekme görüntüsü taklit edilerek (aslında bunun sonradan düzenlenen bir resim olduğu anlaşılmıştı) bölge politikalarındaki yaşanan tıkanıklık, çaresizlik telafi edilebilir mi? IŞİD’in, PKK-PYD’nin doğrudan Türkiye’yi tehdit eden girişimleri önlenebilir mi? Bilinen gazeteler aracılığıyla servis edilen bu resimler sadece iç politikada, seçimler arifesinde meydanlarda, yandaş basında propaganda malzemesi olarak kullanılmakla kalır. Ama sorunlar daha da derinleşerek sürer gider.

 

***

Fırat Çakıroğlu isimli öğrenci Ege Üniversitesi’nde PKK’lıların saldırısı sonucu şehit edildi. Bu olay şu anda üniversitelerimizde hüküm süren PKK işgalinin hangi boyutlara ulaştığının somut bir örneğidir. Yasal yetkilerimiz yeterli değildir gerekçesiyle İç Güvenlik Yasa Tasarısı’nı Meclis’ten geçirmekte kararlı olan AK Parti hükümeti, ne hazindir ki üniversitelerde yaşananları görmüyor; dolayısıyla gerekli önlemleri almıyor. Yasaların etkili şekilde uygulanmasını sağlamıyor. Bu sorun sadece Ege Üniversitesi’yle sınırlı değil. Ankara’da Hukuk ve Siyasal Bilgiler Fakülteleri başta olmak üzere halen PKK’lıların radikal solcu gruplarla oluşturduğu ittifak bazı üniversitelerde tam bir terör havası esmesine yol açıyor. Nitekim geçen Ağustos ayında 65 Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisi fakültelerinde bu terörist gruplar tarafından imtihana sokulmadı. Fakülte yönetimi çareyi bu öğrencilerin imtihanlarını Ankara Üniversitesi’nin Tandoğan’daki binasında yapmakta buldu. Aynı okullarda duvarlara ülkücü öğrencilerin isimleri yazılarak, internet üzerinden yayınlanarak okula girmeleri yasaklanabiliyor. Bunlara karşı gerekli önlemler alınmadığından, yapanlar giderek daha saldırgan hâle geliyor.

 

Buna benzer olaylar sadece Cumhuriyet’in başkentinde değil, başka bir çok üniversitede de yaşanıyor. Fırat Çakıroğlu’nun şehit edilmesi ülkemizdeki güvenlik zaafını, istihbarat yetersizliğini, yönetim aymazlığını bir kere daha ortaya koydu. MHP Grup Başkan Vekili Oktay Vural’ın TBMM’nde günlerce önceden bu saldırının hazırlandığı bilgisini yetkililere iletmiş olmasına rağmen, emniyetin önlem almadığını açıklaması çok önemlidir. Bu sözler duymazlıktan gelinerek geçiştirilemez. Türkiye’de gerçekten bir hukuk düzeni ve ciddiyeti varsa, savcılar bu sözleri suç duyurusu saymalı, sorumlular hakkında gerekli işlemleri vakit geçirmeden başlatmalıdır.

 

Fırat Çakıroğlu’na Allah’tan rahmet, ailesine, yakınlarına, ülkücü camiaya baş sağlığı, sabır ve metanet diliyoruz.