Pkk Cenahında Değişen Bir Şey Yok
Hükümet yetkilileriyle HDP heyeti 28 Şubat’ta ortak bir açıklama yaparak Öcalan’ın, PKK’nın olağanüstü kongre yapmasına ilişkin çağrısını duyurdu ve İmralı’da yürütülen görüşmeler sonucunda mutabakat sağlanan 10 maddelik deklarasyon açıklandı.
Hükümet sözcüsü Arınç’ın on gün kadar önce “ortak açıklama olmaz” sözlerinin ardından bu tarz bir açıklamanın yapılması, Öcalan ile yoğun bir görüşme trafiğinin yürütüldüğünü gösteriyor. İktidarın sözcülüğünü yapan gazeteler toplantıyı “barış baharı”, “silahlara veda”, “çözüm sürecinde tarihi bir gün” başlıklarıyla verdiler. Oysa toplantıdan birkaç saat önce KCK’nın Yürütme Kurulu Üyesi Mustafa Karasu PKK yanlısı bir haber ajansına verdiği demeçte “Önderin ortaya koyduğu 10 başlık çözülmeden PKK silah bırakacak yaklaşımları demagojidir. Hükümet samimiyse bizi Öcalan ile görüştürsün” diyerek Kandil’in geri adım atmasının söz konusu olmadığını açıkça ifade etmişti.
Aslında HDP Eş Genel Başkanı Demirtaş, birkaç gün önce katıldığı bir TV programında, müzakere edilmesini istedikleri taslak metni açıklamıştı. İki taslak metin arasında birkaç maddenin değişik cümlelerle ifade edilmesinin dışında hemen her şey aynı. Gerek Öcalan gerekse HDP Türk milletinin gösterebileceği tepkileri en aza indirmek, hükümetin elini kolaylaştırmak için tam anlamıyla “kelime cambazlığı” yapıyorlar. Esas amaçlarından, isteklerinden geri adım atmadan, diledikleri sonuca ulaşmalarına zemin hazırlamak, devleti “geri dönüşü olmayan bir yola” sokmak için çok ustaca bir dil kullanıyorlar. Öcalan 1999’da İmralı’daki duruşmalarında “Demokratik Cumhuriyet” kavramının izleyeceği yeni stratejinin temeli olacağını açıklamıştı. 16 yıl sonra aynı şeyler tekrarlanıyor: “Kimlik tanımına ilişkin ortak mekanizmalar geliştirilsin; ortak vatan, milletin demokratik ölçülerle tanımlanması, bütün demokratik hamleleri içselleştirmeye yarayan yeni anayasa.” Bunlar ve benzer birkaç maddenin dışındaki diğer maddeler, esas maksadı örtmek üzere yerleştirilen, ittifak halinde oldukları sol ve liberal çevrelerin de desteğini güçlendirmeye yönelik soyut, felsefi, biraz da romantizm kokan cümlelerden oluşuyor.
Hükümet erken bir tarihte, mümkünse Nevruz’da PKK’nın Türkiye içerisinde silahlı mücadeleye son verdiği şeklinde bir açıklama yapması için büyük çaba harcıyor. Bu tarz bir açıklamanın 7 Haziran seçimlerinde iktidarın yelkenlerini dolduracak güçlü bir rüzgâr olacağını hesaplıyor. Oysa PKK üzerinden yürütülen etnikçi Kürtçülük hareketi üç yıl öncesinden daha farklı kulvarlarda seyrediyor. PKK hem Türkiye’de hem de Suriye’de önceden hesaplamadığı büyük kazanımlar elde etti; uluslararası alanda belli ölçüde meşruiyet ve destek sağlamış durumda. Bu Pan-Kürdist hareketi yönetenler kazanımlarına silah gücüyle ulaştıklarına inanıyorlar; silahı en büyük güvenceleri saydıklarını sık sık tekrarlıyorlar. Bu konjonktürel ortamdan diledikleri gibi yararlandıkları bir dönemde, isteklerine kavuşmadan silah bırakmaya razı olacaklarına, geri adım atacaklarına inanmak hayalperestliktir, aymazlıktır.
Suriye’de iç savaşın başladığı 2011’den bu yana, olaylar PKK-PYD lehine bir seyir izliyor. İŞİD’e karşı başta ABD olmak üzere, Batılılar terör örgütüyle işbirliği yapıyorlar; onu stratejik ortak sayıyorlar. Fransa Cumhurbaşkanı kısa süre önce YPG’nin asker giysili kadın komutanlarından bir PYD temsilcisini sarayda kabul edip görüştü. Suriye ve Irak’ta (uluslararası hukuka göre Türkiye’nin sayılan toprak parçası da dahil) Rojova adı verilen alanda fiili bir PKK-PYD yönetimi kurulmuş bulunuyor. IŞİD tehdidi bu yönetimin uluslararası zeminde fiilen tanınmasına yol açtı.
PKK Türkiye içerisinde hükümetin 2009’dan beri çözüm süreci adıyla yürüttüğü politikadan yararlanarak, 20 yılda silahlı mücadeleyle elde edemediği sonuçlara siyasi kanallardan ulaşmayı başardı. Böylece Güneydoğu’da adeta “devlet içinde devlet” tesis etmiş oldu. Kırsalda ve şehirlerde eğittiği gençleri “Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi” (YDG-H) adıyla organize ederek örgütün şehirlerdeki “inzibat gücünü” kurdu. Artık günübirlik hale gelen yol kesme eylemleri, protesto gösterileri, belirledikleri iş yerleri ve şantiyeleri yakma olayları vb. bu milis gücünün varlığını göstermek, halkı kendine tabi kılmak, biat etmeyenleri sindirip göçe zorlamak maksadıyla uygulanan yöntemlerdir.
Öcalan’ın 10 yıl kadar önce hazırladığı KCK sözleşmesi çerçevesinde kendi düzenini kuran, belediyeler aracılığıyla tahkim eden, vergi toplayan, yargılama yapan, eğitime hükmeden, mahalle ve şehir komiteleri vasıtasıyla Güneydoğu’nun neredeyse tamamına yakınına egemen hale gelen PKK, bunları sürekli silah tehdidini kullanarak yaptı. İstediklerinin yerine getirilmemesi durumunda cezalandıracağı korkusunu canlı tutarak bölgenin kontrolünü eline geçirmiş bulunuyor. Bir örgütün terör örgütü olarak nitelendirilmesi için silahı her zaman teşhir etmesi, kullanması gerekmez. Muhatapları olan insanlar, örgütün taleplerini yerine getirmemeleri durumunda her an kendilerine karşı silah kullanacağı kanaatini taşıyorlarsa bunu yapan örgüt uluslararası literatürde terörist olarak nitelendirilir. PKK’nın son yıllarda giderek yoğunlaştırdığı kitlesel eylemleri demokratik hak talepleri olarak nitelendirip meşru saymak bu açıdan teröre hizmet anlamını taşır.
2009 yılında dönemin Cumhurbaşkanı Gül’ün “iyi şeyler olacak” mesajıyla başlatılan sürecin beş yıllık objektif bir bilançosu çıkarıldığında PKK’nın dönemde giderek “devletleştiği”, Suriye’nin kuzeyinde bir alanda kendi düzenini kurarak güçlendiği görülür. 28 Şubat’ta Dolmabahçe Sarayı’nda AK Parti ve HDP heyetlerinin bir araya gelmeleri, bu iki partinin yöneticileri arasında İç Güvenlik Paketi ve yeni Anayasa konularında resmen bir köprünün kurulduğunu gösteriyor. Nitekim HDP Grup Başkan Vekili Pervin Buldan kesin bir dille, pakette bazı değişikliklerin yapılacağını ve parti olarak itiraz ettikleri haliyle bir yasanın çıkmayacağını açıkladı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan Dolmabahçe toplantısından sonra HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın açıklamalarının “ortak açıklamayla” çeliştiğini bu sözlerin İmralı ve Kandil arasında “ciddi bir kopukluğun bulunduğunu” gösterdiğini ve parti içerisinde bir bölünmenin yaşandığı anlamına geldiğini ifade etti. Kurulduğundan bu yana çok katı merkezi bir disiplinle yönetilme geleneğine sahip bulunan, şimdiye kadar aykırı bir sesin çıkmasına izin verilmeyen PKK içerisinde gerçekten bir çatlama var mıdır, olabilir mi?
Bu pek mümkün görünmüyor. PKK tarafı daha ziyade önümüzdeki aylarla ilgili manevralara hazırlanıyor. Silahlı eylem yapmamak suretiyle hükümete bir nevi kredi açmış oluyor. Zaten örgüt sözcüleri Öcalan’ın 10 maddelik bildirisinin “silah bırakma çağrısı” değil, “silahlı mücadelenin yerini demokratik siyasetin alması anlamını taşıdığını” özellikle vurguluyorlar. Öcalan’ın çağrısı üzerine toplanacak PKK kongresinin konusunun silah bırakmak değil, Türkiye sınırları içerisinde silah kullanmamak olacağını belirtiyorlar. Özetleyecek olursak; Irak ve Suriye’de zaten “ordu” haline gelmiş olan PKK bu konumunu sürdürürken, Türkiye içerisinde “tahkim edilmiş çatışmasızlık” ortamına geçildiğini ilan etmek suretiyle, yurt içinde ve dışında yeni bir propaganda atağı başlatacak. Bunu yaparken hükümete sanki lütuf yapıyormuş gibi açtığı kredinin karşılığını tahsil etmek maksadıyla 10 maddelik deklarasyonun gereğini yapması için bastırmaya başlayacak.
Çoğunluğu muğlak ve süsleme malzemesi şeklinde düzenlenen, pek çoğu yıllarca konuşulsa bile bir sonuca ulaşılmayacak maddelerden oluşan metne yerleştirilmiş öyle istekleri var ki, bunlara uygun bir anayasa yapmaya kalkışmak Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini, kuruluş ilkelerini, devletin varlığını dinamitlemek anlamına gelir. Siyasi hesaplarla yahut milli olan her şeye karşı olmayı iyi Müslümanlık olarak algılayan kozmopolit bir zihniyetle “demokratikleşiyoruz” şeklindeki iddialarla devleti dönüştürmeye niyetlenilmesi durumunda doğacak tepkilerin önüne kimse geçemez. Türkiye, tarihinin en derin toplumsal ve siyasal bunalımıyla, devasa sorunlarla karşı karşıya kalır. Sonuçta milletimiz şartlar ne olursa olsun, milli varlığını, devletin milli niteliğini korumayı bir şekilde başarır. Ama suyu tersine akıtmaya kalkışanlar milli tepkiler karşısında direnemezler; nasıl olduğunu anlamaya fırsat bile bulamadan kendilerini tarihin çöplüğüne atılmış bulurlar.