THKP-C Terörü Her Yönüyle Sorgulanmalıdır

DHKP-C’li iki teröristin Çağlayan Adliyesi’nde Savcı Mehmet Selim Kiraz’ın odasını basıp şehit etmeleri, bu örgütün 70’lerden bu yana kullandığı bir silahlı propaganda eylemidir. Bu saldırısının birçok yönden üzerinde durulması gereken yönleri var. Öncelikle Türkiye’nin en büyük adliye sarayındaki güvenlik önlemlerinin bu derece yetersiz olması, teröristlerin tabancalarıyla, bombalarıyla ellerini kollarını sallayıp içeriye girmeleri, terör eylemleriyle ilgili soruşturmaları yürüten hâkim ve savcılar için etkili bir koruma tedbirinin bulunmayışı bağışlanmaz bir hatadır. Birkaç yıl önce yaşanan Danıştay faciasından ders alınmadığı ortadadır. Her şey olup bittikten sonra emniyet yetkililerinin gereken önlemler alınacaktır şeklindeki sözlerinin tatmin edici bir yanı yoktur.

 

Bir iki gazete ve sosyal medyada bu saldırı için ısrarla “terör” yerine “eylem” deyiminin kullanılması aslında DHKP-C sempatizanlarının basındaki varlığını işaret ediyor; bazı gazetecilerin ideolojik tercihlerini gösteriyor.

 

Teröristler bir taraftan savcının kafasına silah dayayarak, örgütü simgeleyen fular ve bereleriyle resim çekip twitter üzerinden servis yapıyorlar; diğer taraftan telefonla emniyet yetkilileriyle görüşüp isteklerini bildiriyorlar. Onlar bunu yaparken bir gazetenin örgüt sempatizanı muhabiri militanlarla cep telefonundan görüşüp geniş bir röportaj yapıyor. Teröristin örgütün görüş ve isteklerini sıraladığı sözlerini satır satır yayınlayarak propaganda yapmasına azami şekilde yardım ediyor. Bunun adı gazetecilik oluyor. Görevini yerine getirmeye çalışmaktan başka suçu olmayan bir hukuk adamının naaşı henüz morgda dururken terör örgütünün propagandasına aracı olanlara da, izin verenlere de yazıklar olsun !

 

 Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurdukları THKP-C 70’li yılların başından itibaren Türkiye’nin gündemindedir. O dönemde bir çok Orta ve Latin Amerika ülkeleriyle İtalya ve Almanya gibi bazı Avrupa ülkelerinde benzerleri bulunan örgütün amacı, “şehir gerillacılığı” yöntemiyle düzeni yıkmak, yerine Marksist ve Leninist proleter-devrimci halk iktidarı kurmaktı. Radikal solun Dünyada ve Avrupa’da tırmanışta olduğu o yılların başında Türkiye’de  bu ideoloji ve yöntemi benimseyip eylem başlatan üç farklı damar ortaya çıkmıştı:

 

1-    Mahir Çayan ve arkadaşlarının THKP-C’si,

2-    Deniz Gezmiş ve yoldaşlarının devrimi kırsaldan başlatıp şehirleri kuşatarak düşürmeyi plânlayan THKO’su,

3-    Doğu Perinçek ve ekibinin Maocu görüşlerden esinlenen TDİİKP örgütü.

 

Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan kendilerinden önce Kahramanmaraş’ın Nurhak dağlarına geçen arkadaşlarına katılmak isterken yakalandılar; yargılanıp idam edildiler. Arkadaşlarının bazıları Nurhak dağlarında jandarmayla girdikleri çatışmada can verdiler.

 

Perinçek ve grubu ise silahlı çatışmaya girmedi. Ortama göre örgütün yapısı değiştirildi. Sonunda girişimlerini yasal siyasal yollardan sürdürmek kararı alarak legale çıktılar, partileştiler.

 

THKP-C, Çayan ve arkadaşlarının 30 Mart 1972’de Kızıldere’de öldürülmelerinden bir süre sonra, 75’lerden itibaren DEV-SOL ve DEV-YOL olarak başlıca iki kanaldan devam etti.12 Eylül’den önceki yüzlerce insanın can verdiği kanlı saldırılar bu iki örgüt militanlarınca düzenlendi. Hedef aldıkları siyasetçiler, asker ve bürokratlar, siyasal ve ideolojik karşıtlarını acımasızca katlettiler. 12 Eylül’ü takiben yapılan operasyonlar sırasında örgüt mensuplarının çoğu ya yakalanıp cezaevine konuldu ve yargılandı yahut yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. Özellikle Yunanistan’daki Lavrion Kampı örgüt için hem bir sığınma hem de beslenme ve eğitim merkezi olarak kullanıldı.

 

90’lı yılların başında Sovyetlerin dağılması, komünizmin dünya çapında itibarını yitirmesi, sistem olarak uygulanma şansının olmadığının görülmesi, dünyanın her tarafında Marksist-Leninist ideolojiden ilham alan terör örgütlerinin faaliyetlerini sonlandırmalarına yol açtı. Zaten Avrupa’da daha 80’li yılların başında Kızıl Tugaylar, Bader-Manof’lar bitip dağılmışlardı.

 

Ama Türkiye’de gelişmeler farklı oldu. Eski solcuların önemli bölümü neo-liberal değişim ve dönüşüm geçirip toplum hayatında yeni imajlarıyla varlıklarını sürdürdüler. Ancak az sayıda da olsa hâlâ “demokratik halk savaşı” rüyasını sürdürmekte olanlar vardı. Bunlar Özdemir Sabancı’yı iş merkezindeki bürosunda katlederek, o zamanlar yasak olan 1 Mayıs kutlamalarını örgüt gösterisine dönüştürerek THKP-C’nin devam ettiği mesajını vermek için çaba gösterdiler.

 

Bunların normal şartlarda fazla bir varlık göstermeleri mümkün değil. Fakat iki şeyden azami derecede yararlanarak günümüzde hâlâ ciddi bir terör merkezi olma özelliğine sahip bulunduklarını ortaya koyan eylemler düzenleyebiliyorlar.

 

Yararlandıkları hususlardan birincisi, devletin Alevi meselesini şimdiye kadar çözecek ciddi bir adım atmamış olmasıdır. Alevilerin düzene karşı yüzyıllar öncesine dayalı geleneksel tepkili tavırları 60’lardan bu yana bütün sol hareketlerin yararlandıkları kitlesel bir taban oluşturmuştu. Alevilerin inançlarına, kimliklerine gereken ilginin ve saygının gösterilmemesi, bazı haklı taleplerinin karşılanmaması ortamı giderek daha da geriyor; toplumsal sorunlar gün geçtikçe büyüyor.

 

Alevilerin karşılanmayan isteklerinin başında Cem evlerinin statüsü meselesi geliyor. Birkaç yıl önce yapılan bir araştırmada şu çarpıcı tespit yapılmıştı: Cem evlerine devam eden dolayısıyla kendi kültürel ve inanç ortamından kopmayan Alevi gençlerin % 70’i radikal sol örgütlere uzak duruyor. Buna karşılık Cem evlerine devam etmeyen ancak Alevi kimliği taşıyan gençlerde bu gibi örgütlere katılma oranı %70’i buluyor. Başta DHKP-C olmak üzere, radikal sol örgütler bundan yararlanarak kendilerine sempatizan bir gençlik tabanı bulabiliyorlar. Gezi olayları sırasında hayatını kaybeden gençlerin tamamının Alevi olması bu açıdan çok düşündürücü bir tablodur.

 

Birkaç yıl önce başlatılan Alevi açılımı girişimi neden durdu? Geçen ay Yeşilköy’de Alevi dedeleri yetiştirmek maksadıyla Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir okulun açılması önemli bir adımdır; ama yeterli değildir. Bu meseleyi çözümlemek maksadıyla adım atmakta daha fazla gecikildiği taktirde, bir süre sonra atılacak adımların muhtemelen ciddi bir getirisi olmayacaktır.

 

Bir diğer husus, 70’li yılların devrimcilik rüyalarını sürdürmekte kararlı “eski tüfekler”in o dönemi yeni nesilleri özendirmeye, kışkırtmaya, taklide yönlendiren romantik anlatımlarıdır. Bunlar gazete ve televizyonlardaki etkili pozisyonlarından, imkânlarından yararlanarak yazılar yazıyorlar, diziler ve filmler yapıyorlar. Bu eski tüfekler vaktiyle “Demokratik Devrim” adıyla düzeni yıkmaya yönelik eylem yaparken hayatlarını kaybeden yoldaşlarını halkın ve ülkenin kurtulması için mücadele veren birer “devrim şehidi” olarak yüceltiyorlar. Genç zihinlerin model olarak benimseyecekleri efsane kahramanı olarak sunmaya çalışıyorlar. Bugünlerde yaşananları bu görüntüyü verecek şekilde kurgulayıp ideolojilerine göre bir yakın tarih inşa ediyorlar. Bu sistematik propagandaya karşı doğruları anlatacak etkili bir girişim olmayınca, tek yanlı telkin ve propagandaların etkisinde kalan gençlerin sayısı doğal olarak çoğalabiliyor.  Bu hususta gençlerin AK Parti iktidarının “dindar nesil” yetiştiriyoruz diyerek yürüttüğü eğitim politikalarına duydukları tepkinin rolünü de belirtmekte fayda var. İslâm’ın özüyle, ahlâkıyla bağdaşmayan yolsuzluk ve rantiye olayları, sonuçta genç dimağlarda İslâm’a karşı tepkiye dönüşebiliyor. Bu durum her şeye karşı olan nihilist bir genç kesimin doğmasına yol açıyor.

 

Aslında adliye sarayı baskınından önce 29-30 Mart günleri Çayan ve arkadaşlarının ölüm yıldönümleri vesilesiyle düzenlenen kitlesel eylemler, burada atılan sloganlar, açılan pankartlar terör örgütünün etkili bir eylem yapmaya hazırlandığının işaretiydi. İstihbaratın ve emniyetin gazetelerde boy boy sergilenen resimlere, yayınlanan haberlere rağmen konuyu değerlendirmemeleri, örgütün yakından izlenmemesi mutlaka sorgulanmalı, nedenleri araştırılmalıdır. Devletin temel kurumları ne yazık ki ehliyet ve liyakat esasına göre değil, siyasi sadakat ve biat ölçütleriyle kurgulanıyor. Siyaseten bağlılığından kuşkulanılan insanlar görevden uzaklaştırılarak yerlerine politik kriterlerle 3.sınıf niteliksiz elemanlar yerleştiriliyor; kurumlar içleri boşaltılarak işlevlerini yapamaz hale getiriliyor.

 

31 Mart’ta Türkiye’nin saatler boyunca karanlığa gömülmesi ve bu esnada yaşanan adliye baskını gelecek günler adına kaygı verici bir ikazdır.