İran’ı Doğru Değerlendirmek Zorundayız

Başkan Obama’nın “tarihi” diye nitelendirdiği İran ile P5+1 ülkeleri arasında imzalanan “ön anlaşma”, bölgemizin ekonomik ve politik dengelerini önemli ölçüde etkileyecek, bazı yeni gelişmelerin kapılarını açacaktır.

 

İran bu anlaşma çerçevesinde, nükleer enerji programını üçte iki nispetinde küçültmeyi, nükleer silah geliştirme amaçlı faaliyetlerini durdurmayı, tesislerini dönüştürmeyi kabul ediyor. Buna karşılık Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun elemanları, 30 Haziran’a kadar İran’ın nükleer tesislerinde hiçbir kısıtlama olmaksızın denetleme yapabilecekler. Lozan’da varılan anlaşma hükümlerinin yerine getirildiğini belirleyen rapor vermeleri durumunda, taraflar taslağı yazılmaya başlanan “kesin anlaşma”yı imzalayacaklar. Böylece 30 Haziran’dan itibaren yıllardır İran’a uygulanmakta olan ambargonun kademeli olarak kaldırılması süreci başlayacak.

 

Bütün dünyayı yakından ilgilendiren bu anlaşmanın yapılması, her şeyden önce İran’ın nükleer politikasında köklü bir değişim yapması anlamına geliyor. Önceki İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın temsil ettiği bu konuda anlaşmaya yanaşmayan, bunun milli politikalardan taviz anlamına geldiğine inanan katı ve sert tavır terk ediliyor. Şimdiki Cumhurbaşkanı Ruhani seçildiği günden itibaren yaptığı konuşmalarla, Washington ile başlattığı görüşmelerle, ziyaretlerle dönüşümün işaretlerini veriyordu. Ahmedinejad döneminin sadece dış politika anlayışı değil, içerideki uygulamalarında da önemli değişiklikler yapılıyor. Özellikle önceki dönemde bazı üst düzey yöneticilerin de adlarının karıştığı yolsuzluk olaylarıyla ilgili soruşturmalar başlatıldı. Ahmedinejad’ın birinci yardımcısı Rahimi, Rıza Sarraf’ın ortak olduğu Babek Zencani başta olmak üzere birçok siyasetçi, yönetici ve iş adamı tutuklandı.

 

İsviçre’de yürütülen görüşmelerin anlaşma aşamasına gelmesi yönünde İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif ile ABD Dışişleri Bakanı John Kerry büyük çaba sarf ettiler. Başkan Obama döneminin sonuna yaklaşırken, yakın tarihe iz bırakacak önemli bir dış politika başarısı kazanmayı çok istiyordu. İçeriden Cumhuriyetçi ve Neo-conların, dışarıdan Netanyahu’nun yoğun muhalefetine karşı bütün riskleri üstlenmek suretiyle bir bakımdan kendini ortaya koymuş oldu. Benzer durum Ruhani için de söz konusudur. İran’da muhafazakârlar arasında bu anlaşmayı geri adım olarak gören tepki gösteren geniş bir kesim var. Bunların dini lider Ayetullah Ali Hamaney’i ne ölçüde etkileyebilecekleri henüz bilinmiyor. Ayetullah Hamaney’in ve İran’ın din âlimlerinin muhalif tavır almaları durumunda siyasi lider Ruhani’nin direnmesi mümkün değildir.

 

Diğer yandan 30 Haziran’da kesin anlaşmanın yapılması halinde, ambargonun kaldırılması aşamasında Washington’un sözünde ne ölçüde duracağını kimse bilemez. Anlaşma karşıtlarının etkisiyle uygulamalarda bazı pürüzlerin çıkması şaşırtıcı olmayacaktır. Ancak ileride çıkabilecek sorunlar bir yana, İran bu anlaşmayla bölgesel bir güç olduğunu gösteren etkili bir atak başlatmıştır. Bununla beraber İran’ın nükleer politikasını değiştirme kararı yürütmekte olduğu temel politikalarını değiştireceği anlamına gelmiyor. Irak’ta, Suriye ve Lübnan’da, Yemen’de Şiiler üzerinden sürdürülen bölgeyi domine etmeye yönelik politikaları bütün hızıyla devam ediyor. Çünkü bu emperyal vizyon iş başındaki yöneticilerin şahsi tercihleri değil, İran’ın kadim kültür ve medeniyetinin, Şia’nın insanlığa ve dünyaya bakış tarzının hasılasıdır. İran bunu toplumuyla, ulemayla, aydınlarıyla, dini ve dünyevi kurumlarıyla benimseyip ortak payda haline getirmiştir.

 

Ruhani nükleer anlaşmayı yaparak ülkesi üzerindeki ekonomik ambargoyu kaldırmayı, ekonomisine nefes aldırmayı amaçlıyor. Çünkü bu ambargo, İran ekonomisini çökertmemiş olsa bile büyük zararlara yol açtı. En büyük gelir kaynağı olan petrol ihracatı % 40’lara düştü. Dış ticareti daraldı, yabancı yatırımcı yıllardır gelmiyor, yatırım yapılamıyor. Enflasyon çift rakamlarda seyrediyor. Uçakları bakım yapılamadığından hangarlarda çürüyor.

 

Ambargonun kaldırılmasına paralel olarak bu tablonun süratle değişmesi muhtemeldir. Çünkü İran’ın petrol ve doğalgazın dışında katma değeri yüksek çok zengin mineral yatakları mevcut. Uluslararası sermaye çevreleri bu geniş pazara girmenin, üretime yönelik yatırım yapmanın hazırlığı içindedir. İran mevcut ekonomik potansiyelini değerlendirebilirse kısa zamanda dünyanın ilk 10 ekonomisinden biri haline gelebilir. Ayrıca İranlıların ticaret ve pazarlama konusundaki kabiliyetlerini de unutmamak gerekir.

Türkiye açısından bu gelişmelerin olumlu tarafı, mevcut ticaret hacminin kısa zamanda büyümesi olacaktır. Buna karşılık iki ülke arasında bazen açık bazen örtülü hüküm süren rekabet, bölgesel liderlik konusundaki yarışmada İran’ın pozisyonu biraz daha güçlenecek. Uluslararası ilişkilerinin normalleşmesi neticesinde AB üyesi ülkelerle hem siyasi hem de ekonomik anlaşmalar yapabilecek. Sonuçta Batılı şirketlerin yatırımları önümüzdeki dönemde muhtemelen Türkiye’ye değil İran’a yönelecek.

İslâm dünyasında giderek tırmanan mezhep çatışmaları İran’ı Şiilerin hamisi ve yönlendiricisi olarak ön plâna çıkarıyor. Şia’nın manevi merkezi olmasının yanı sıra, bu mezhep mensuplarının yönlendirildiği siyasi merkez haline geliyor. İran mezhebi bloklaşmadan yararlanarak bölgeyi domine etmek istiyor. Ruhani’nin Washington ile barışması, Batılıların IŞİD tehlikesine karşı işbirliği yapacakları müttefik anlayışları İran’ı bölgenin itibarlı ve güçlü siyasi aktörü haline getirdi.

 

İran’ın yükselen imajına karşı Türkiye’nin görünümünde tersine bir seyir yaşanıyor. Hükümet üç yıl önce esmeye başlayan Arap Baharı rüzgârını doğru değerlendiremedi. İhvan-ı Müslim’e duyulan yakınlık sebebiyle objektif  kriterler bir kenara bırakılarak, duyguların, tahayyüllerin etkili olduğu tercihler yapıldı. Müslüman Kardeşler’in halkın desteğiyle Mısır’da, Suriye’de seçimle iktidara gelebileceklerine inanıldı. Kısa bir  süre sonra gerçeğin ne olduğu ortaya çıkmasına rağmen çizgimiz değişmedi; yanlışta ısrar edildi. Bunun sonucu tek başına kalmış olmamız “değerli yalnızlık” olarak tanımlanıp kutsandı.

 

Türkiye uluslararası alanda sadece bölge politikaları nedeniyle eleştirilmiyor. Son yıllarda çıkarılan yasalar ve yapılan uygulamalarla demokrasiden, hukuk devleti görünümünden uzaklaşıldığı, sadece sandığı meşru sayan otokratik bir yöne doğru savrulmakta olduğu kanaati Batı kamuoyunda, basın ve siyaset çevrelerinde giderek güçleniyor. Bu ters yönlü gelişmelerin oluşturduğu ortam İran’ın önünü açıyor; aramızdaki tarihi ve bölgesel rekabette birkaç adım öne çıkıyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Tahran ziyaretinden kısa bir süre önce İran’ı sert şekilde eleştiren, Irak, Suriye ve Yemen’den elini çekmesini isteyen sözleri diplomatik üslûp açısından ne derece uygundur? Bu tarz eleştirilerin faydaları nedir? İran gibi dış politikasının halkının büyük çoğunluğu tarafından “milli siyaset” olarak benimsenip sahiplenildiği bir ülkenin, dışarıdan gelecek ültimatom tarzındaki eleştirilerle geri adım atması mümkün mü? Üç yıl önce Suriye konusunda benzer bir durum yaşanmıştı. Arap Baharı rüzgârları bölgemizde esmeye başlayıncaya kadar olağanüstü iyi bir seyir izleyen ilişkilerimiz, Ankara’dan art arda yapılan sert eleştirilerle kısa zamanda dibe vurdu. Esat, aile boyu yakınlık kuracak kadar yakınlaştığı Erdoğan’ın yönlendirme girişimlerine kulak asmadı; kendi politikalarını taviz vermeden uygulamaya devam etti.

 

Bu tecrübenin ışığı altında İran ile farklı bir gelişmenin yaşanacağını düşünmek hayalperestlik olur. İran Türkiye’yi “heyet-i nasiha” olarak asla kabullenmez. İlişkileri duygusal faktörlerle,  şahsi tercihlerle sürdürmekte ısrar edersek siyasal sorunlar, iki ülke arasında karşılıklı çıkarlara dayalı ekonomik ve ticari konulara da yansır; bundan her iki taraf da zarar görür.