Bugünkü Eğitim Kalitesiyle Az Gelişmişlik Çemberini Kıramayız

Başbakan Davutoğlu Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nde düzenlenen Ticaret ve Sanayi Şurası’nda yaptığı konuşmada Türkiye’nin geleceğinin yüksek teknolojiyi içeren üretime bağlı olduğunu belirtti, özel sektörün  yapacağı AR-GE faaliyetlerine her türlü desteğin verileceğini açıkladı. Geçen yıl yapılan AK Parti kongresinde açıkladığı manifestonun ekonomiyle ilgili bölümünde de “Ekonomik restorasyon için bizim en güçlü iki kaynağımız insanımız ve coğrafyamızdır. Öyle bir eğitim reformu gerçekleştirmeliyiz ki Türk ekonomisi kat kat artırılsın” ifadesi yer almıştı. Bunlar önemli ve doğru tespitlerdir. Ancak bu yönde stratejik bir hamlenin yapılması görevi siyasi iktidara ait olduğuna göre, eğitim alanında ne yapıldığının yahut yapılmadığının, ne durumda olduğumuzun objektif şekilde ortaya konulması gerekiyor.

 

Türkiye’nin ana sınıfından lise son sınıfa kadar, okuyan 18 milyon civarında öğrencisi ve 850 bine yakın öğretmeni var. Yani orta büyüklükte bir Avrupa ülkesinin nüfusu kadar çocuğumuz, gencimiz öğrenim yapıyor. Bu sayıya üniversitelerimizi de kattığımızda, öğrenci konumunda bulunan 20 milyondan fazla genç bir nüfusa sahibiz. 

 

Türkiye’nin geleceğini belirleyecek olan bu önemli kaynağa gerekli eğitim verilebiliyor mu, bunları nasıl bir gelecek bekliyor. Siyasi mülahazalar, partizanca hesaplar bir kenara bırakılarak gerçekçi bir değerlendirme yapıldığında ortaya son derece kaygı verici bir tablo çıkıyor. Okullarımızın, üniversitelerimizin büyük bölümü öğrenciyi eğitmiyor, yetiştirmiyor; sadece diploma dağıtıyor. Aslında eğitimde yaşanan bu kriz yeni bir mesele değil. 300 yıldır bu sorunu çözemediğimiz için bocalıyoruz. Gelişmiş, sanayileşmiş ülkelerle 17nci yüzyıldan itibaren aramızda oluşan mesafeyi bir türlü kapatamıyoruz.

 

Bu sorun 13 yıllık AKP iktidarı döneminde de değişmedi. Milli Eğitim Bakanları 13 yılda beş defa değişti. Her bakan bu görevi sanki farklı bir iktidar partisi adına yapıyormuş gibi, her şeye yeniden başladı. Bakanlığın bütün üst düzey kadroları son 5 yılda üç defa değiştirildi. Bakanlığın hafızası yok edildi. Eğitim gibi kendine mahsus özellikleri bulunan bir alanda gerekli tecrübe ve birikime sahip olmayan, iktidarın yan kuruluşu işlevi yapan meslek sendikasına mensubiyetten başka özelliği olmayan insanlar bakanlığın ana kademelerinde görevlendirildiler. Sınav sistemi on defa değiştirildi. Son olarak çıkarılan 4+4+4 sistemi bakanlık dışında bir ekibe hazırlatıldı. Bakanlık bypass edilerek kanun teklifi halinde Meclis’e sunuldu; ciddi bir inceleme ve hazırlık yapılmaksızın alelacele çıkartıldı. Bu yasanın şu ana kadar ki uygulanmasında ortaya çıkan sonuçlar konunun aceleye getirildiğini gösteriyor. Yasa yeniden ele alınıp yeni bir düzenleme yapılsa bile kaybedilen zamanı, öğrencilerin yaşadığı sorunları telafi etmek mümkün olmayacaktır.

 

Eğitim sistemimiz neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Geçenlerde Hürriyet gazetesinde dershanelerle ilgili çok düşündürücü bir haber yayınlandı. “Şimdi de okullar dershaneye dönüyor. Köklü devlet liselerinde çok başarılı öğrenciler de üniversite sınavlarında kazaya uğramamak için dershaneden yeni temel liseye dönüşen okullara göç ediyor. Ünlü kolejler öğrenci kaybetmemek için dışardan dershane hocaları getirip LYS-LGS sınıfları oluşturuyor.”

 

Dönemin Başbakanı Sayın Erdoğan’ın “dindar nesiller yetiştireceğiz” hedefine paralel şekilde yeni sistemde yeni İmam Hatip okulları daha itibarlı hale getirilmeye çalışıldı. Bunun sonucu olarak bu okullardaki öğrenci sayısı kısa zamanda katlanarak arttı; 940 bine ulaştı. Ama bu tablo eğitimdeki esas sorunları aşmaya yetmiyor; kalitesizlik, yetersizlik devam edip gidiyor.

 

Geçen yıl 2012 PISA (Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) test sonuçları açıklandı. OECD tarafından 2000 yılından beri uygulanan ve dünyada çok ciddiye alınan, eğitimdeki kaliteye ayna tutma anlamına gelen bu değerlendirmenin sonuçları Türkiye’nin ne kadar ciddi bir problemle karşı karşıya olduğunu ortaya koyuyor. Hem matematik ve fen bilimleri alanlarında hem de okuma testlerinde uluslararası ortalamaların çok altındayız. Çocuklarımızın önemli bir kısmı temel aritmetik ve okuduğunu anlama becerisine sahip görünmüyor. 64 ülkenin 15 yaş grubu öğrencileri arasında yapılan tespitlere göre matematikte 44, okuma-anlamada 42, fende 44 ncü sıradayız.

 

Yüksek öğretimde de tablo farklı değil. YÖK Başkanı’nın açıklamalarına göre 2010 dan 2014 e kadar temel bilimlerdeki öğrenci sayısında üç misline yakın bir düşüş görülüyor. Fizik, kimya ve biyoloji gibi dallarda tercih yapılmadığından bu bölümler bazı üniversitelerde kapatılıyor. Matematikte, temel bilimlerde tükenme noktasına gelen bugünkü eğitim ortamında doğal olarak üretken ve inovatif bir ülke haline gelmemiz mümkün değildir.

 

Teknolojide güçlü olmanın yolu bilimsel performansa sıkı sıkıya bağlıdır. Temel bilgi birikimi sağlanmadıkça, bilimin alt yapısı hazırlanmadıkça siyasetçilerin AR-GE faaliyetlerini çoğaltıp yaygınlaştırmak demeçleri sadece temennide kalır.

Hükümet yetkilileri her vesileyle üniversite sayısının 180 e yaklaşmasını başarı hikâyesi olarak sunuyorlar. Ama bunu yaparken gerçek anlamda üniversite adını hakkeden, kaliteli eğitim veren, bilimsel bilgi öğreten, gerçek bir bilim merkezi olabilen üniversite sayımızın bir düzineyi geçmediğini görmezlikten geliyorlar.

 

Aslında ÖSYM sınavlarında ortaya çıkan sonuçlar durumumuzu ortaya koyuyor. 45 bine yakın lise mezununun sıfır çektiği, özellikle temel bilimler ve Türkçe’de başarısızlığın doruğa ulaştığı sınav tabloları ortada iken, yetkililerin konuşmak bir yana mahcubiyet içerisinde kıvranmaları, sorumluluklarını görüp görevlerinden ayrılmaları gerekir.

İlk ve orta eğitimin temel unsuru, her şeyden önce öğretmendir. Çocukluktan gençliğe evrilme döneminde öğretmeninden etkilenen, okuma-öğrenme ve düşünme alışkanlığı kazanan bir genç, onun telkin ve yönlendirmesiyle hayatı kavramaya, kişilik kazanmaya başlar. Böylece üniversiteye başlarken artık belirli bir kıvama gelmiş olur. Kişilik mimarı demek olan bu nitelikteki öğretmenlerin sayısı giderek azalıyor. Öğretmenliği cazip, itibarlı bir meslek haline getirmeden maddi imkânlarını genişletmeden, onlara özel bir eğitim yöntemiyle belirli bir formasyon vermeden bu mesleği yapan insanlarda bulunması gereken özelliklerde bir  “maarif ordusu” na sahip olamayız. Başka alanlarda iş bulamadığından öğretmen olma mecburiyetinde kalan insanların bir kısmında, birer efsane gibi hatırlanan bir zamanların “muallim”liğini, ahlâkını, disiplinini ve etkinliğini görmemiz mümkün değildir. Meslek giderek profesyonel bir zihniyetle yürütülmek zorunda kalınca, 40 dakikalık ders çokları için mecburen katlanılan bir külfet haline geliyor. Sonuçta öğrenciler teker teker ilgilenilmesi, yoğrulması gereken bir değer değil, kitle olarak görüldüğünden, “talim ve terbiye” anlamında fazla bir şey kazanmadan diplomalarını alıp gidiyorlar. Bir süre önce bakanlık tarafından yapılan müdür yardımcılığı sınavının sonucu  mesleğin niteliği açısından son derece düşündürücüdür. Bu sınava giren 55.728 öğretmenden sadece %27 si başarı puanı olan 70’i geçebilmiştir. Bu sınavlarda başarılı olarak müdür ve müdür yardımcısı yapılan öğretmenlerden yedi bininin geçen yıl partizanca mülahazalarla görevlerinden alınmaları tam anlamıyla mesleki bir kıyımdır.

 

Bilimsel araştırmalara ciddiyetle yönelmeyen, insanlarının okuma, düşünme ve araştırma becerilerini geliştiremeyen, onların dışarıdan aldıkları yeni bilgileri yahut kendi birikimlerini teknolojiye dönüştürmelerine zemin hazırlamayan ülkelerin, az gelişmişlik çemberinden kurtulmaları mümkün değildir. Güney Kore, Finlandiya, Malezya gibi ülkelerin son 30-40 yıl zarfında neler yaptıklarına, nasıl başarı sağladıklarına bakarak ne yapmamız gerektiğini anlayabiliriz. Türkiye eğitim alanındaki kronikleşmiş sorunlarını aşamazken, 2023 yılında milli gelirimizin 20.000 dolara yükseleceğini, ihracatımızın 5 milyarı bulup dünyanın gelişmiş 10 ekonomisi arasında yer alacağımızı iddia etmek sadece siyasi bir rüya olarak kalır. Siyasi iktidar bu eğitim kalitesizliğinin, yetersizliğinin ülkemiz için nasıl bir pranga olduğunu görüp köklü bir eğitim reformu yapmayı başaramadığı sürece 300 yıl önce saplanıp kaldığımız az gelişmişliğin çaresizliği içerisinde bocalamaya devam ederiz.