Tarihi Bir Şahsiyet Olarak Süleyman Demirel

17 Haziran’da 91 yaşında Hakk’a yürüyen 9.Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, 1946’da DP ile başlayan kalkınmacı merkez sağ siyasetin en etkili temsilcisiydi. 1963’te önce Adalet Partisi Genel Başkan Yardımcısı sıfatıyla girdiği siyasi hayatında, Cumhurbaşkanlığı döneminin sona erdiği 2000 yılına kadar her dönemde siyasetin zirvelerinde yer aldı. Bunda kuşkusuz meziyetlerinin, becerisinin, politik kimliğinin büyük payı vardır. Ancak O’nun bütün bu özellikleri bir yana, Türkiye sosyolojisi, toplumumuzun zihniyet dünyası, ekonomik beklentileri ve talepleri elverişli bir zemin sağladığından, 1950’den itibaren yapılan seçimlerde 2002’ye kadar merkez sağ partiler genellikle başarılı oldular.

 

Bülent Ecevit’in başında olduğu CHP’nin, 1973 ve 1977 seçimlerinden birinci parti olarak çıkması, toplumun tercihlerinin değişmesinden değil, o dönemin siyasi şartlarından, yaşanılan çalkantılardan kaynaklanan bir sonuçtur.

 

DP’nin 46 seçimlerinde kullandığı “Yeter ! Söz milletindir” sloganı toplumun psikolojisiyle, maddi ve manevi sorunlarıyla örtüştüğünden çok tuttu. 14 Mayıs’ta bu partinin halkın oylarıyla iktidara gelmesi, merkezin temsil ettiği politik ve bürokratik otoriterliğe jakoben uygulamalara tepki idi; toplumsal bir dönemin başladığının habercisiydi. Adnan Menderes’in başında olduğu yeni hükümet, başından itibaren liberal anlayışa dayalı bir ekonomik ve sosyal program ortaya koydu. Özel teşebbüsün önünü açtı. Yıllardır ihmal edilen büyük alt yapı yatırımları başlatıldı. Karayollarına dayalı ulaşım politikasına ağırlık verildi. Türkiye kısa zamanda büyük bir şantiyeye dönüştü.

 

Köyden şehirlere doğru yoğun bir nüfus hareketi başladı. Hızla yükselen şehirleşmeye, ticarileşmeye, özel teşebbüse dayalı ekonomik hareketliliğe paralel şekilde muhafazakâr eğilimleri ağır basan, bunu seçimlerde sandığa yansıtan güçlü bir siyasal taban oluştu.

 

Aydınlarımız bu tabloyu doğru okuyamadılar. Demokrat Parti’nin iktidara gelmesini Cumhuriyetin değerlerine, kazanımlarına tepki olarak gördüler. 14 Mayıs seçimlerini “karşı devrim” diye nitelendirdiler. Oysa ne Bayar’ın, ne Menderes’in ve ne de onların halefi olan Süleyman Demirel’in Cumhuriyetle ve değerleriyle sorunları yoktu. Tam tersine Bayar “Atatürk seni sevmek ibadettir” diyecek kadar Atatürk’e hayran bir insandı. Demirel’in de bütün siyasi hayatı boyunca Cumhuriyetin ideolojisiyle sorunu olmamıştır.

 

Yoksul sayılabilecek mütevazı bir aileden çıkarak bir köylü çocuğu olarak siyasette sağladığı başarısının, Cumhurbaşkanlığına kadar yükselmesinin Cumhuriyetin kazanımlarının sonucu olduğunun bilincindeydi. Bunu her fırsatta tekrar etmiştir. Fakat laisist-devrimci aydınlarımız, 60’ların sonlarından itibaren ideolojik tavırlarını sol-Marksist eğilimlerle daha da keskinleştirerek, hem Demirel’i hem de partisine destek veren merkez sağ eğilimli toplum kesimini meşru saymadılar. Ezanın 1950’den sonra Arapça okunmasını gericiliğe verilen ödün olarak gördüler. Oysa siyasette Bayar-Menderes-Demirel çizgisinin temel özelliği, Türkiye’yi bir an önce kalkındırarak, ekonomiyi güçlendirerek, refahı çoğaltarak Batılı bir ülke haline getirmek; devletin Fransız tipi laisist bir anlayışla insanların inançlarını yaşamalarına engel çıkarmamasını sağlamaktı.

 

Demirel’in genel başkan olduğu Adalet Partisi 1965 seçimlerinde % 52 gibi büyük bir çoğunlukla tek başına iktidar oldu. O dönemde uygulanan milli bakiye sistemi küçük partilerinde milletvekili çıkarmalarına imkân veriyordu. Bunun sonucu olarak Türkeş’in başında olduğu CKMP ile Marksizm’i benimseyen TİP % 3 civarında oy almalarına rağmen Meclis’e girmişler, hatta grup kurmuşlardı. Bu açıdan AP’nin önce 65’de, dört yıl sonra 69’da tek başına iktidar olmasını sağlayacak oy toplamış olması büyük başarıdır.

 

Süleyman Demirel’in başbakan sıfatıyla en başarılı olduğu dönem 1965-70 arasındaki beş yıldır. Petrolün varilinin 3 dolar civarında olması da önemli bir avantajdı. Bundan yararlanarak beş yıl zarfında yıllık ortalama % 6 civarındaki bir büyümeyi % 7 gibi düşük bir enflasyonla gerçekleştirmeyi başardı. Ancak ekonomik kalkınmadaki bu olağanüstü başarısı bile aydınların, asker ve sivil bürokrasinin, yargının muhalefetini hafifletmedi. Tam tersine bu yıllarda dünya çapında yükselme trendinde olan solcu ideolojiler, bu kesimler içerisinde hızla yayılmaya başladı. Üniversiteler, okullar 70’lere doğru radikal sol örgütlerin faaliyet alanı haline geldi. Solcu gençler gruplar halinde Filistin’e gidiyorlar, El-Fetih örgütünün içerisinde gerilla eğitimi alıyorlar, öğrendiklerini hayata geçirmek amacıyla Türkiye’ye dönüyorlardı. Che Guevaralar, Fidel Castrolar solcu gençlerin idolüydü. Onların Güney Amerika’da yaptıkları gibi, devrimci halk savaşı başlatmayı, milli demokratik devrim yaparak düzeni yıkmayı, iktidara el koymayı hedefliyorlardı.

 

Bu maksatla yoğun bir çalışma başlattılar. Öte yandan 27 Mayıs darbesini model alan, milli demokratik devrimi silahlı kuvvetler üzerinden yapmayı isteyen, bu maksatla ordu içerisinde ve dışında illegal çalışmalar yapan gruplar da vardı.

 

Demirel bunlardan haberdardı. Fakat tehlikenin ne kadar yakın ve ciddi olduğunun farkında değildi. Çünkü hem mizacı, hem de demokrasi anlayışı ve hoşgörüsü köklü önlemler almasına imkân vermiyordu. Diğer yandan 61 Anayasası’yla Anayasa Mahkemesi’ne ve yüksek yargı organlarına egemen kılınan siyasi zihniyet, bir nevi jüristokratik bir yapı oluşturmuştu. İktidar üzerinde yargı vesayetinin kurulması sağlanmıştı. Hükümetin bir kararı 15-20 dakika zarfında Danıştay tarafından iptal edilebiliyordu. Anayasa Mahkemesi yerindelik kararı vererek TBMM’nin yetkilerini üstlenmekte sakınca görmüyordu.

 

1970’in 15-16 Haziran günlerinde patlak veren olaylar, ideolojik kamplaşmaların boyutunu ortaya koyması açısından çok önemliydi. TKP yanlısı bir yönetim anlayışının egemen olduğu DİSK’in organizesi ve kışkırtmasıyla Kocaeli’nden İstanbul’a doğru yürüyüşe geçen binlerce işçi bir anda yolları, meydanları doldurdular; hayatı durdurdular. İstanbul’da daha trajik olayların yaşanması ancak askeri birliklerin harekete geçirilmesiyle önlenebildi.

 

Süleyman Demirel bu kritik dönemde iki büyük yanlış yaptı. Evvela 69 seçimlerinden sonra grubu içerisinde yaşanan kamplaşmada ağırlığını “yenilikçiler” diye bilinen taraftan yana koydu. Milliyetçi eğilimden 72 milletvekilinin pozisyonunu önemsemedi. Oysa bunların arasında AP’nin kuruluşunda yer alan, bakanlık yapan Sadettin Bilgiç, Mehmet Turgut, Faruk Sükan gibi isimler ve Meclis eski Başkanı Ferruh Bozbeyli de vardı. Hükümet programının oylaması sırasında bu gruptan 40’dan fazla milletvekilinin kırmızı oy kullanmaları Demirel için büyük darbeydi. Bunu Alevi kesim adına Meclis’te yer alan Birlik Partisi’nden birkaç milletvekilinin Adalet Partisi’ne geçmesini sağlayarak sayısal açıdan gidermiş görünse de, zararın telafisi mümkün olamadı. Dışladığı milletvekilleri ayrılıp Demokratik Parti’yi kurdular. Celal Bayar da onlara destek verdi. Böylece tabanından % 11 civarında oy kaybeden Adalet Partisi bir daha tek başına iktidar olamadı. Demirel daha sonraları bu konuda büyük hata yaptığını, pişmanlık duyduğunu yeri geldikçe ifade edecektir.

 

Demirel’in ikinci yanlışı radikal sol akımların hem Silahlı Kuvvetler içerisinde hem de basın, üniversite ve kurumlardaki etkisini değerlendirip önlem almamasıdır. Bunun sonucu olarak Türkiye, 09 Mart 1971’de tarihi bir felaketin eşiğinden döndü. Ülkemizde Sovyetlerle dost BAAS tipi bir sol diktatörlük kurmak üzere geniş hazırlık yapan asker ve sivil gruplar harekete geçmek üzere iken Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç ve MİT Müsteşarı Fuat Doğu gibi vatansever insanların müdahalesi sonucu durduruldular. Ancak Silahlı Kuvvetler içerisinde tansiyon çok yüksekti; şiddetli bir Demirel aleyhtarlığı hüküm sürüyordu. Daha çok bu gerilimin boşalmasını sağlamak maksadıyla 12 Mart muhtırası verildi. Demirel Meclis’in açık kalmasının, parlamenter düzenin her şeye rağmen işlemesinin önemini bildiğinden istifasını vererek çekildi. Böylece askerin desteklediği ve Nihat Erim’in başbakan olduğu yeni bir hükümet kurulmak suretiyle askeri vesayet alenî hale gelmiş oldu.

 

Süleyman Demirel’in siyasi hayatının ikinci dönemi 1974 seçimleriyle başladı ve 12 Eylül 1980 darbesine kadar devam etti. Bu dönemde diğer merkez sağ partiler ve Milliyetçi Hareket Partisi’yle işbirliği yaparak önce 75-77’de ve ardından 77-78’de kendi başkanlığında iki koalisyon hükümeti kurdu. Ecevit siyasi tarihimize Güneş Motel olayı olarak geçen ve siyasi ahlâkla bağdaşmayan bir oluşumla iki yıl kadar başbakan olmayı başarsa da, 79 senato seçimlerindeki ağır yenilgisi üzerine istifa etmek zorunda kaldı. Demirel, Türkeş ve Erbakan’ın dışarıdan destekleriyle azınlık hükümeti kurdu. Bu sırada ülkede tam anlamıyla bir kaos yaşanıyor, siyasi nedenlerle her gün 15-20 insan ölüyordu. Kitlesel çatışmalar meydana geliyor, oluk gibi kan akıyordu. Bu ortamın kendiliğinden doğmadığı, yeni bir darbeye zemin hazırlamak maksadıyla olayları kurgulayan, kışkırtan derin bir yapının bulunduğunu görmemek mümkün değildi. Fakat hem toplum hem de ülkeyi yönetenler adeta hipnotize olmuşlardı. Demirel de farklı durumda değildi. Daha da önemlisi devletin en kritik kurumları kontrolü altında değildi. Başbakanlığa başta MİT olmak üzere yetkili kurumlardan istihbarat gelmiyordu.

 

Süleyman Demirel 12 Eylül darbesini tevekkülle karşıladı. Gelişmeleri serinkanlılıkla izlemeye başladı. Bir NATO ve Avrupa Konseyi üyesi olan, Batı ile sıkı ilişkileri bulunan Türkiye ile demokrasinin uzun süre askıya alınamayacağını biliyordu. Esasen Kenan Evren’in tavrı ve konuşmaları da bunu işaret ediyordu. Nitekim Askeri Konsey, Cumhurbaşkanı'nın yetkilerini genişleten, Milli Güvenlik Kurulu kanalıyla ülkenin temel meselelerinde askerlerin söz sahibi olmasını sağlayan yeni anayasanın halk oyuyla yürürlüğe girmesi ve Evren’in Cumhurbaşkanlığına seçilmesinden sonra siyasetin kapılarını açtı.

Demirel darbeden hemen sonra partisi kapatılıp siyasi yasaklı hale getirilince yeni bir oluşum için hazırlıklara başlamıştı. Güniz Sokak’ta alınan kararlar doğrultusunda emekli Org.Ali Fethi Esener’in Genel Başkanı olduğu Büyük Türkiye Partisi’ni kurdurdu. Ancak askerler Demirel’e yol vermemekte kararlıydılar. Büyük Türkiye Partisi’ni vakit geçirmeden kapattılar; Demirel’i Zincirbozan’a sürgüne gönderdiler.

 

Ancak Konsey’in hesabı tutmadı. Seçimlerde halk, çok istedikleri emekli General Turgut Sunalp’in partisini değil, Turgut Özal’ın kurduğu ANAP’ı iktidara getirdi.

 

Demirel askerin tavrına rağmen mücadeleden vazgeçmedi. Konseyin veto etmediği arkadaşlarına DYP’yi kurdurdu. Yasaklı olmasından dolayı doğrudan partinin başında olmasa da, perde gerisinde esas yöneticinin o olduğunu herkes biliyordu. 1987’de yapılan referandumda siyasi yasakların kıl payı bir farkla kaldırılması üzerine DYP’nin resmen genel başkanı oldu. Turgut Özal Süleyman Demirel’in muhalefetinden tedirgindi. Özellikle 89 yerel seçimlerinde partisinin oyunun % 21.7’ye gerilemesi endişelerini büsbütün arttırdı. 1989’da süresi dolan Kenan Evren’in yerine Cumhurbaşkanı olmaya karar verirken, muhtemelen Çankaya’ya çıkmak suretiyle Demirel’den kurtulmayı düşünmüştü.

 

1991 genel seçimlerinde DYP % 27 oy oranıyla birinci parti olmuş, Demirel’e bir kere daha başbakanlığın yolu açılmıştı. O’nun başkanlığında kurulan DYP-SHP koalisyonu, muhafazakâr merkez sağ ile sosyal demokratların uzlaşması anlamına geliyordu.

 

Demirel’in başbakan sıfatıyla yer aldığı siyasetteki bu üçüncü dönemi belki de siyasetteki en başarısız dönemidir. Turgut Özal’ın karşısında muhalefette kalmaya tahammülü yoktu. Seçimlere gidilirken bütçe imkânlarını hesaba katmadan “kim ne verdiyse benden beş fazlası” gibi aşırı vaatler yaptı. Emeklilik yaşını bütün ikazlara rağmen 40’ın altına düşüreceğini açıkladı ve sözünü tuttu. Ama bu popülist  tutumu Sosyal Güvenlik Kurumu’nu tam anlamıyla çıkmaza soktu. Yıllardır sürdürülen tüm çabalara rağmen oluşan maddi hasar, büyük açık giderilebilmiş değil. Zor döneminde yanından ayrılmayan bazı dostlarını vefa duygusuyla, niteliklerine bakmadan kritik görevlere getirmesi bir başka yanlıştı. İki yıl sonra Turgut Özal’ın vefatı üzerine Cumhurbaşkanı olunca popülist vaatlerinin takipçisi olmaktan, girdiği çıkmazdan bir bakıma kendisini kurtarmış oldu.

 

Siyasi hayatının 2000 yılına kadar süren bu son döneminde, 28 Şubat süreci bir yana bırakılırsa, başarılı olmuştur. Devleti içeride ve dışarıda vakarla temsil etti; makamın mehabetini, saygınlığını, onurunu korudu. Yetkilerini kullanırken anayasal sınırlar içerisinde kalmaya özen gösterdi. Bu tutumunun ne kadar önemli olduğu günümüzde daha net görülebiliyor. En büyük hatası 28 Şubat sürecinde kendisini askeri vesayetin etkisinden kurtaramaması oldu. Genel Kurmay kaynaklı telkin ve yönlendirmelere karşı direnemedi. Siyaset mühendisliği yapılmasına izin verdi; hatta yardımcı oldu.

 

Aslında bu tavırlarıyla ilgili hüküm verilirken, nedenlerini sadece kendisine bağlı kılmak, şahsi tercihi gibi görmek doğru olmaz. Başka bir ifadeyle, 28 Şubat çeşitli yönleriyle etraflı şekilde değerlendirilmesi, sorunların sadece belirli kişi ve kurumlarla sınırlı olmadan araştırılması gereken bir dönemdir.

 

1980’e doğru oyları sürekli düşen, dar bir çevreye sıkışıp kalan Erbakan ve partisi, 90’ların başından itibaren nasıl oldu da büyük bir atak başlattı. Siyasi tarihimizde düşme trendine giren bir siyasi hareketin yeniden ayağa kalktığı bir başka örnek pek yoktur. Buna tümüyle Erbakan ve ekibinin becerisi olarak bakmak da gerçekçi değildir.

 

12 Eylül’ün ilk iki yılında şiddet fırtınasının hafifleyip, Özal ile birlikte yeniden demokratik ortamın doğmasına paralel olarak, fikir, sanat ve düşünce dünyasında yükselen İslâmî hareketler giderek siyasi alana kaymaya başladı. Refah Partisi’nin yelkenlerinin bu sırada dolmaya başladığı görüldü. 91 seçimlerine MHP’yle birlikte katılıp % 16.5 oy alarak grup kurması taraftarlarına moral kazandırdı; ümitlerini, heyecanlarını artırdı. Bunun semeresini 94 yerel seçimlerinde İstanbul ve Ankara gibi iki büyük metropolün belediye başkanlıklarını kazanarak aldılar. Parti hem kendi teşkilatları hem de bu harekete destek veren başlıca tarikatlar, dini gruplar ve kanaat önderleriyle birlikte 95 seçimlerinde yoğun bir kampanya yürüttü. Bu kolektif çabaların sonucu Refah Partisi % 22’ye yakın oy alarak birinci parti oldu.

 

Siyasi tablodaki bu hızlı değişim aydınlar arasında, basının önemli bölümünde ve özellikle Silahlı Kuvvetler içerisinde endişeyle izleniyordu. Bu dönemde merkez sağın iki temsilcisi ANAP ve DOĞRU YOL, yoğun bir rekabet halinde birbirini yok etmeye çalışıyordu. Bu yüzden 95 seçimlerinden sonra kurulan ANAYOL Hükümetinin ömrü bir yıl bile olmadı. Meclis aritmetiğine göre tarafların tercih yapmaları gerekiyordu. Tansu Çiller Erbakan ile hükümet kurmak için anlaştı.

 

Necmettin Erbakan genellikle kendi görüş ve tercihlerine saplanıp kalan, tasavvurlarının gerçekler ile bağdaşlaşmasını fazlaca düşünme gereği duymayan bir yapıya sahipti. Başbakan olmasını milli görüş ideallerini gerçekleştirme fırsatı saydı. Kendi camiası dışında hemen herkesi, laikçi çevreler başta olmak üzere başlıca kurumları, askeri ve yargıyı tepkiye sevk eden Anayasal ilkeler adına endişelendiren tavırları sonucu tansiyon giderek yükseldi. Genelkurmay’da hâkimler, savcılar çağrılarak brifingler düzenlendi. Televizyonlarda, gazetelerde irtica korkusunu tırmandıran görüntüler ve haberler yayınlandı. Erbakan’ın başbakanlığındaki Refah-Yol Hükümeti’nin devamı imkânsız hale gelince, ortaklar Tansu Çiller’in başbakan olması için anlaştılar. Ancak Cumhurbaşkanı Demirel buna izin vermedi; Erbakan’sız bir hükümet oluşumu için girişimler başlattı. Sonuçtu Mesut Yılmaz’ın DOĞRU YOL’ dan kopartılan milletvekillerinin desteğiyle başbakan olmasını sağladı.

 

Bu dönemde yaşananlar öncelikle demokrasimiz adına büyük bir talihsizliktir. Türkiye siyasetinde 27 Mayıs’tan beri perde gerisinde etkili olan asker, 28 Şubat sürecinde kurumsal bir yapı halinde ön plâna geçmiş, askeri vesayet politik bir işlev kazanmıştı. Demirel sonraki yıllarda yaptığı açıklamalarda, bu dönemdeki rolünü “demokrasi gemisini karaya oturtmadım” metaforuyla açıkladı. O tarihlerde güvenlik kurulu toplantılarında yahut ikili görüşmelerinde direnemez miydi? Bu tartışılabilir. Ama Erbakan ve partisinin sivil ve asker bürokrasinin irtica tehlikesi konusundaki hassasiyetini kışkırtan irrasyonel tavırları, siyasal İslâmcılığı politik projeye dönüştürüp uygulamaya koymak istemeleri sadece Demirel’i değil başkalarını da endişelendiriyordu. O günlerin ortamında bir çok insanın inançları nedeniyle rencide edilmeleri, başörtüsünün irticanın simgesi sayılması sonucu yaşanan mağduriyetlerin, haksızlıkların, yapılan baskıların, YAŞ kararlarının hem bunları yapanlar hem de yapılmasına çanak tutanlar açısından değerlendirilmesi daha gerçekçi olur.

 

DP geleneğini sürdüren merkez sağdaki muhafazakâr partilerin 2000’li yıllarda çökmelerinin, etkisiz hale gelmelerinin en büyük nedeni lider yetersizliğidir. Süleyman Demirel 1993’te Cumhurbaşkanlığı makamını tercih edip partisinin başından ayrılmasaydı gelişmeler muhtemelen çok farklı olurdu. O’nun başında olduğu DYP kendi tabanını tutabilir, hatta dağılmakta olan ANAP tabanını da bünyesine katarak daha da güçlü hale gelebilirdi. Bu açıdan Demirel’in siyasi arenanın dışına çıkması 2000’den sonra Güniz Sokak’a çekilmesi ülkemiz adına bir kayıp olmuştur.

 

Kendisini rahmetle, saygıyla anıyoruz.