Yüzyıl Sonra Yeniden Bütünlük, Güvenlik Ve Bekâ Sorunları

Suruç’ta 32 vatandaşımızın ölümüne, 100’den fazlasının yaralanmasına yol açan intihar saldırısı ve sonrasında yaşananlar Türkiye’nin güvenliğine, bekâsına, bütünlüğüne ve istikrarına yönelik tehlikelerin varlığını bir kere daha gözler önüne serdi.

 

Halen iki yönlü asimetrik tehditle karşı karşıyayız. Bir tarafta, PKK-KCK üzerinden yürütülen ırkçı-ayrılıkçı siyasi Kürtçülük hareketi ve onunla tam bir dayanışma halinde olan illegal radikal-arkaik sol örgütler var; diğer tarafta Suruç katliamını yapan, Irak ve Suriye’de geniş bir bölgede devlet benzeri yapı oluşturmaya çalışan, şiddeti yöntem olarak kullanan Selefici-Cihadist IŞİD (DEAŞ), Türkiye’ye savaş açmış durumundalar.

 

Aslında PKK eylemleri belirli bir düzeyde devam ediyordu. Doğrudan karakollara, askeri birliklere saldırmasalar da, “baraj yaptırmayacağı” gerekçesiyle yolları kesiyorlar, şantiyeleri basıyorlar, iş makinalarını, kamyonları yakıyorlar, insanları kaçırıyorlar bölgeyi terörize ederek egemenliklerini pekiştirmeye çalışıyorlardı. HDP’nin 7 Haziranda bölgedeki oylarının yükselmesinde PKK’nın sistematize ettiği baskı ve tehdit girişimlerinin önemli payı vardır.

 

AKP hükümeti özellikle 2013 Nevruzundan itibaren İmralı’dan alınan mesajlara güvenip asayiş ve güvenlik önlemlerini askıya aldı; operasyonları tümüyle durdurup askeri devreden çıkardı. Hükümet çevrelerinde Öcalan ile görüşmeler yapılarak yürütülen “çözüm süreci” bağlamında örgütün silah bırakacağı, Türkiye’yi terk edeceği beklentisi vardı.

 

 Ancak PKK bu beklentilerin aksine, alanın boş bırakılmasında azami ölçüde yararlandı. KCK sistemini bölgenin tamamına yakınında hayata geçirdi. Yıllar boyunca silahlı saldırılar düzenleyerek elde edemediği kazanımları “çatışmasızlık” ortamında ulaşmayı başardı; şehirlere yerleşti. Son olaylar üzerine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve Başbakan Davutoğlu’nun “kamu otoritesi tesis edilecektir” ifadeleri aslında PKK-KCK’nın bölgeyi domine ettiğinin görüldüğü anlamına geliyor. İktidarın sözcülüğünü yapan bir gazetede bu ortam şöyle anlatılıyor; “PKK çözüm sürecini silahlı unsurlarıyla bölgede hakimiyet kurmak suretiyle yerel otorite olma yolunda istismar etti.” (A.Selvi-Yeni Şafak 27-07-2015)

 

IŞİD ve PKK’nın Türkiye devletine meydan okuması anlamına gelen saldırıları cevapsız kalamazdı. Yapılan hava operasyonları, topçu bombardımanları binin civarında şüphelinin gözaltına alınması devletin varlığını koruma refleksidir. Ancak bu yapılanlar anlık bir tepki olarak kalırsa sonuç alınamaz. Türkiye I. Cihan Savaşı döneminden beri yaşamadığı bekâ, güvenlik ve bütünlük sorunuyla karşı karşıyadır. Meselenin ciddiyetiyle orantılı şekilde kararlılıkla üzerine gidilmeli, titizlikle hazırlanan, iç ve dış faktörleri hesaba katan çok yönlü, kapsamlı bir “milli devlet politikası” hazırlanıp uygulanmaya konulmalıdır.

 

Daha çok kamu oyunun tepkilerini yatıştırmaya yönelik palyatif girişimlerin, Kandil ve çevresindeki PKK yerleşkelerini bombalamanın örgüte ölümcül bir darbe oluşturmadığı şimdiye kadar defalarca denenip görüldü. Hava operasyonları, devletin kararlılığı anlamında ihtar mesajı olmasının ötesinde fazla bir etki yapmaz. PKK bundan dolayı geri adım atmaz. Ayrıca gözaltına alınanların çoğu, belge ve bulgulara dayalı ciddi bir tahkikat yapılmadığından ya savcılıktaki sorgularından sonra yahut ilk duruşmalarında serbest kalacaklardır.

 

Yüzyıl önce Syks-Picot’un cetvelle çizdikleri bölge haritalarının artık hükmü kalmadı. Uluslararası aktörler ve İsrail Ortadoğu jeopolitiğini yeniden kuruyorlar; kendi çıkarlarını, amaçlarına uygun bir yapı oluşturmak istiyorlar. 2 yıl öncesine kadar adı bile geçmeyen IŞİD’in ortaya çıkıp geniş bir toprak parçasında hakimiyet kurması, kendine göre bir kamu düzeni (devletimsi yapı) inşaaya çalışması tesadüf müdür? Suriye’nin kuzeyinde dört yıl öncesine kadar marjinal bir topluluk olarak yaşayan, yarısına yakınına vatandaşlık hakkı bile verilmeyen Kürtlerin fiili (de facto) devlet kurma aşamasına gelmeleri, ABD başta olmak üzere batılılardan destek ve itibar görmeleri kendi becerileriyle elde edilen bir sonuç mudur? Toplumsal tabanının büyük ölçüde yitiren, Şam ve Lazekiye bölgelerine sıkışıp kalan Esad’ın Suriye’de hala en güçlü siyasi aktör pozisyonunu korumasının sırrı nedir?

 

Bir süre önce rafa kaldırılmış gibi görünen Büyük Ortadoğu projesi kimler tarafından ve ne maksatla güncelleniyor? Soğuk savaşın sona ermesinden sonra, İslam dünyası küresel aktörler tarafından siyasi rekabetin yoğun şekilde yaşandığı, etnik, mezhebi ve dini çekişmelerin kanlı çatışmalara dönüştüğü bir savaş alanı haline getirildi. Irak, Suriye ve Filistin’de yani burnumuzun dibinde bu ülkeleri harabeye çeviren, yüzbinlerce insanın ölümüne milyonlarcasının sığınmacı olmasına yol açan tarihi bir facia yaşanıyor.  Bu kaosun etkilerini doğrudan hissediyoruz, alevlerin ülkemize sıçramasından haklı olarak tedirginiz. Türkiye şu sıralarda yüz yıldır yaşamadığı yoğunlukta dış baskılarla, çok yönlü tehditlerle karşı karşıyadır.

 

Yakın zamana kadar Türkiye’nin karşısında başlıca tehdit odağı olarak, siyasi Kürtçülük hareketini yürüten PKK-KCK vardı. Sorun iç meselemizdi. ABD’nin Irak’da 2003’de Saddam rejimini deviren operasyonundan sonra oluşan iktidar boşluğu, Sünnilerin dışlanıp ezilmeleri, El Kaide ve türevlerinin buralarda etkili olmasına zemin hazırladı.

 

IŞİD bu sosyolojik zeminin ürünü olarak doğdu; çok geçmeden Selefici-Cihadist akımların ana merkezi haline geldi. Şii ağırlıklı merkezi Irak ordusu karşısında başarılı olan, Suriye’de geniş bir toprak parçasını elinde tutan IŞİD, bugün yeni bir tehdit unsuru olarak karşımızda duruyor.

 

ABD ve batı bölgede IŞİD ile mücadele edecek muharip güç  sıkıntısı çekerken, PKK stratejik bir atak yaptı; PYD-YPD adıyla ABD’nin alandaki silahlı gücü haline geldi. Artık Washington’dan silah ve mühimmat dahil her türlü desteği alabiliyor.

 

ABD her zamanki gibi ikili oynuyor. Bir taraftan PKK’yı terör örgütü olarak nitelendirirken, diğer taraftan doğrudan Kandil’den yönetildiği herkesçe bilinen PYD’yi güvenilir müttefik olarak bağrına basıyor; Türkiye’nin itirazlarına kulak vermiyor. ABD Suriye’nin kuzeyinde kendi desteği ile oluşturulan ve Rojava adı verilen kantonal oluşumun,  gelecekte PKK’nın nihai hedefi olan ve dört ülkede (Türkiye, Suriye, Irak ve İran) kurulması planlanan komfederal yapılanmanın yani Büyük Kürdistan projesinin dayanağı olacağını elbette biliyor. Fakat bu yapılanmayı kendisiyle birlikte İsrail’in de Ortadoğu’daki politik, ekonomik ve stratejik çıkarlarına hizmet edecek kapasitede gördüğünden destekliyor.

 

PKK-KCK yakaladığı konjektürel avantajdan ve Washington’un desteğinden Türkiye içerisinde de yararlanmaya çalışıyor. HDP’nin seçimlerde başarısı siyasi-etnikçi Kürtçülük hareketini yürütülenlere ve taraftarlarına büyük moral kazandırdı, cesaret verdi.

 

Ak Parti hükümetinin güvenlik politikalarını bir tarafa bırakarak, askeri devreden çıkararak, İmralı üzerinden yürütülen görüşmelerle sorunu çözmeye yönelmesi, her şeyi çatışmasızlığa bağlaması, şehit cenazelerinin gelmeyişini politikasının başarısı sayması örgütün işini kolaylaştırdı. Bölgenin tamamında KCK sistemini etkili kılarak, insanları buralarda sadece kendi sözünün geçtiğine inandırarak, silahı tehdidinin varlığını her an hissettirerek “öz yönetimini” oluşturacak elverişli bir ortam yakaladı. 

 

PKK sadece hava saldırıyla çökertilemez, çünkü hem hudutlarımız içerisinde hem de Irak ve Suriye’nin kuzeyinde Stanilist disiplin anlayışıyla,  çok katı örgüt kurallarıyla organize olmuş, ideolojik kalıplarla hızla yayılan idarî, mali, askeri ve toplumsal bir sistem kurmuştur. IŞİD’e karşı ABD ile kurduğu işbirliği, batılılar nezdinde meşruiyet kazanmasına, daha fazla silahlanmasına imkan kazandırmıştır. HDP’nin aldığı oy oranıyla morali yükselen, Güneydoğu’da paralel bir devlet haline gelen PKK’nın, bugünkü ortamda kendiliğinden geri adım atması, silah bırakması mümkün değildir.

 

7 Haziran’da HDP’nin aldığı oy oranlarının iki puanlık kısmı AK Parti iktidarını tepkiden kaynaklanan “ödünç oylar” olsa bile, geriye kalan dört milyondan fazla oy etnik kimlik nedeniyle yapılan bilinçli bir tercihidir. Başka bir ifadeyle, etnikçi Kürtçülük hareketi artık ciddi bir toplumsal taban oluşturmuştur. Bu tablo serinkanlılıkla, doğru ve objektif şekilde değerlendirilmeli, yanlışlarla cesaretle yüzleşilmeli, izlenecek politikalar sorunun ağırlığı ile orantılı şekilde kapsamlı, dengeli, Türkiye ve Dünya şartlarının her yönüyle iyi hesaplandığı ciddi bir çalışmanın ürünü olmalıdır.

 

PKK sadece Kandil ve çevresine yerleşmiş değil; bugün Lice’de, Cizre’de, Başkale’de, Batman’da, Hakkari kırsalında şehir merkezlerinin yanı başında örgütün kampları vardır. Bölge insanı örgütün baskısı ve tehdidi altında yaşarken, devletin varlığını geçici, örgütün otoritesini kalıcı olarak algılamak durumunda kalmaktadır. Bu sosyal ve psikolojik atmosfer giderilmeden kamu güvenliği ve otoritesi yeniden kurulmadan, PKK’nın silahlı tehdit ve eğitim merkezleri olan kamplar dağıtılmadan dağları bombalamakla sorun çözülmüş olmaz.

 

Vatan coğrafyamızda asırlar boyunca aynı ortak paydalar, değerler potasında ayrışmadan yaşamış olmamız, kimsenin görmezlikten gelemeyeceği kadar anlamlı tarihi ve sosyolojik bir olgudur, zenginliktir. Ne hazindir ki, otuz yıl önce patlayan etnik fitneyi marjinalleştirip etkisiz kılmanın yolu bu ortak değerleri güçlendirip, dil ve köken gibi nispi farklılıkları sıradanlaştıracak, bin yıllık tarihi zenginliğimizi paylaştıracak politikalar inşaa etmeyi beceremedik. Bugün de aynı çıkmazda bocalamaya devam ediyoruz. Milli bir politika oluşturulurken, PKK’nın silahlı tehdidinin ortadan kaldırılması, bölge insanına hür idaresini kullanacak ortam sağlanması, kamu güvenliğinin oluşturulması, devletin varlığının inanılır hale getirilmesi projenin öncelikli ayağı olmalıdır. Ama 1998’de yapıldığı gibi, sadece güvenlik konseptiyle, sınırlı bir politikayla yetinmek yetersiz kalır. Sorunun sosyal, ekonomik, psikolojik ve idarî yönlerine içeren, aynı kıbleye secde etmenin manevi kardeşliğini şuurlu kılan politikalar oluşturmak elbette kolay değildir. Ama çözümün başka bir yolu da yoktur.

 

Başta hükümet ve MGK olmak üzere, devleti yönetme sorumluluğunu taşıyan kurulların, kurumların ve organların vakit geçirmeden gerçekçi ve etraflı bir durum değerlendirmesi yapmaları gerekiyor. Siyasi hesaplar, particilik kaygıları bir kenara bırakılarak, bugünkü ortamın nasıl oluştuğu, bu noktaya nasıl gelindiği, nerelerde yanlışlar yapıldığı samimiyetle incelenmelidir.

 

ÇÖKEN ORTADOĞU POLİTİKAMIZ VE İKİ MİLYON SIĞINMACI SORUNU

 

Bu tarz bir muhasebe yapılırken, Ortadoğu’daki son dört yıllık gelişmelerin problem üzerindeki etkileri, değişen bölgesel dengeler, oluşan otorite boşluğu, yaşanan etnik ve mezhebi çatışmalar dikkatle tahlil edilmelidir. Önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün dediği gibi, çöken Ortadoğu politikamız gözden geçirilmeli, gereken değişiklikler süratle yapılmalıdır.

 

Halen iki milyondan fazla Suriye’li sığınmacılarının Türkiye’deki varlığı bölgedeki kaosun bize ulaştığının somut göstergesidir. Altından kalkılması imkansız denecek kadar ağır bir yükü omuzlamış durumdayız. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “kardeşlerimizi sahipsiz bırakamazdık” ifadesi insani açıdan doğru olsa bile, bu gerekçe her geçen gün katlanarak büyüyen, sosyal ekonomik, toplumsal ve kriminal nitelik kazanılan devasa problemin varlığına görmezlikten gelmemize yetmiyor. Bu insan selinin geriye dönme ihtimali yok denecek kadar az görünüyor. ABD ile yapılan görüşmeler çerçevesinde, sınırımızın ötesinde belirli bir alan IŞİD’den arındırılarak güvenli bölge halinde getirilmesi, sığınmacıların buraya yerleştirilmeleri niyet olarak olumlu olmakla beraber, uygulama kabiliyeti soru işaretleri taşıyor.

 

Sığınmacıların topluma uyum sağlamaları, insanca yaşayacakları, normal ve meşru bir düzen kurmaları nasıl mümkün olacak? Hükümet’in, şimdiye kadar problemi yüz binlercesi Türkiye içerisinde savrulup duran bu biçare insanların yol açtığı büyük problemi en azından hafifletecek projelerinin olmadığı ortada; küresel çaptaki bu insani trajedi şu anda kendi seyrine terk edilmiş görünüyor.

 

Bir ülkeyi çözümü bu derece zor, çok yönlü iç ve dış sorunlarla karşı karşıya bırakan gelişmeler, hukuk devletinin var olduğu, demokrasinin kurum ve kurallarıyla işlediği, yargının denetim işlevini bağımsız ve tarafsız şekilde yerine getirdiği bir batı ülkesinde yaşansaydı, konu etraflı şekilde incelenir, soruşturmalar açılır, bu ortamın doğmasına yol açan sorumlulardan ve yöneticilerden hesap sorulurdu.

 

İhvan-ı Müslimin muhabbetiyle İslam dünyasının lideri olma ütopyasıyla, Türkiye ve Dünya şartlarını dikkate alma gereği duyulmadan yürütülen politikaların sonucu ortadadır. Bu tablonun siyasi yandaşlık mülahazıyla kapatılması mümkün değildir; faturayı sonuçda milletçe ödemek zorunda kalıyoruz.

 

Türkiye’yi birçok yönden olumsuz etkileyen hatta tehdit oluşturan bölgemizdeki kaotik ortam nasıl oluştu? 2011’e kadar mükemmel işleyen, “model komşuluk” diye nitelendirilen Türkiye-Suriye ilişkileri 4 yılda bu hale nasıl geldi? Olayları sadece dış güçlere, uluslararası komplolara bağlama kolaycılığı yerine, objektif değerlendirmeler yapılmalı, yanlışlarla yüzleşilmelidir.

 

Esad rejimine birkaç aylık ömür biçen, Şam’daki Emevi Camiinde üç ay sonra namaz kılmak üzere randevu veren basiretsiz yönetim anlayışı köklü şekilde değiştirilmeden sorunlara çözüm bulunamaz. Mesele sadece 4 yıllık Suriye politikamızın çökmesiyle ibaret değil. 2003’de ABD’nin Irak’ı işgal etmesinden başlayarak, siyasi iktidarın stratejik ön görüşünü olmamasından kaynaklanan sıkıntılar yaşıyoruz. ABD’nin yaptığı operasyonun bölgeyi istikrarsızlaştıracağını, merkezi yönetimlerin dağılması sonucu mevcut fay hatlarının tetikleneceğini düşünemedik. Küresel güçlerin, batı medeniyeti için tehlike saydığı Sünni İslam’ı devreden çıkararak, İslam dünyasını boydan boya iç çatışmaları, kavgaları yönlendirerek Büyük Ortadoğu Projesini hayata geçirmek peşinde olduklarını fark edemedik. İmkanlarımız ve şartlarımızı, gücümüzü doğru okuyarak, Ortadoğu’yu bütün yönleriyle iyi bilen yetişmiş uzmanlar devreye sokulmadığından, bölgede ciddi bir istihbaratımız ağımız olmadığından stratejik yanlışlar yaptık. Dış politikamız şahsi duygularla, tahayyüllerle, iç politikaya dönük hamasi söylemlerle yürütülmeye çalışıldı. 2003’de 1 Mart tezkeresini red etmekle oyunun dışında kalmayı kabullendiğimizi, Kürtleri Washington’un güvenilir müttefiki yaptığımızı, Ortadoğu gibi son derece kaygan ve kaypak bir bölgede tek başımıza kaldığımızı göremedik.  

 

2003’de küresel güçlerle iş birliği yapmamayı tercih eden Türkiye, bölgedeki gelişmelerin dışında kalmış oldu. Dört yıl önce başlayan Arap baharı sürecinde ise, bu güçlerin tavrını önemsemeden tek başımıza rejimleri ve yönetimleri değiştirme girişimleri başlatıldı. Oysa ne ABD ve İsrail, ne AB ülkeleri, ne de Rusya ve İran, Türkiye’nin insiyatif almasını istemiyorlardı. Sonuç da ne Mursi’yi kurtarabildik, ne Esad’ı devirebildik, ne de Gazze’deki İsrail ambargosunu kırabildik. 

 

Suriye’deki Baas rejiminin özellikleri dikkate alınmadan başlatılan girişimlerimizin hüsranla sonuçlanması şaşırtıcı değildir. Hafız Esad’ın liderliğinde elli yıl önce iktidarı ele geçiren Baas otokrasisi, başından itibaren orduya, polise, istihbarata, üst bürokrasiye rejime sadakatle bağlı Nusayri’leri yerleştirerek, devletin bütün stratejik alanlarını kontrolüne almıştır. Böylesine güçlü bir yapının derme çatma, dağınık milis güçleriyle devrilmesi mümkün değildir. Üstelik bu yönetimin devamını çıkarlarının güvencesi sayan Rusya ve İran ile Hizbullah rejimi bütün güçleriyle desteklediler. Esad’ın devrilmesi durumunda yerine gelebilecek İslamcı gruplardan rahatsız olan ABD ve İsrail’de ilk başta kararsız görülseler bile, çok geçmeden rejimden yana tavır aldılar. Aslında İhvan 1982’de Hama’da benzer bir girişim yapmak istemiş, Hafız Esad şehri top atışıyla harabeye çevirerek, otuz binden fazla insanı acımasızca katletmişti. 30 yıl sonra facia çok büyük çapta ülkenin genelinde yaşandı; Suriye’ye de Suriye halkına da çok yazık oldu.

 

DEVLET, DİYANET VE İSLAMIN BUGÜNKÜ MESELELERİ

 

Diğer taraftan Afganistan ve Pakistan’da ortaya çıkarak İslam dünyasına dalga dalga dağılan Selefici radikal akımların bize bulaşmaması için ciddi önlemler almak gerekirken, anlamsız şekilde hareketsiz kalındı. Oysa biz bu topraklarda İslam’ı asırlarca her yönüyle titizlikle yaşayan, sosyal bir nizam haline getiren, ehli sünnet anlayışını temsil eden, büyük bir medeniyetin, tasavvufi geleneğin varisiyiz. İslam adına kendi doğmalarını benimseyen herkesi tağut ilan edip tekfir eden şiddeti hatta vahşeti yöntem olarak kullanıp yayılmaya çalışan Neo-Harici radikal akımların varlığı öncelikli bizim sorunumuzdur.

 

Bu arada Oryantalistlerin İslamofobiyi Batı Avrupa’da politik bir akım haline getirmeye yönelik çabaları yoğunlaşıyor. Ehl-i Salip zihniyetinin günümüzdeki temsilcilerine fikir ve düşünce alanlarında cevap vermek, dünya kamu oyunu aydınlatmak tarihi misyonumuz açısından bize düşer. Ancak bu konularda ne devlet ve hükümet, ne de Diyanet sorumluluğumuzun hakkını veremedi. IŞİD ile El Kaide ve türevi örgütlerin ülkemizde bazı insanları etkileyip devşirmelerinin, militanlaştırarak eylemlere yönlendirmenin temel nedeni bunlara karşı kararlı ve şuurlu mücadelenin yapılmayıp seyirci kalınmasıdır. Diyanet gibi, toplum içerisinde manevi saygınlığı büyük olan, cami cemaatiyle doğrudan ilişki kurabilen bir teşkilattan yeterli ölçüde yararlanılmaması büyük eksikliktir. Diyanet İşleri Başkanlığı manevi ve tarihi misyonunu gereklerini yapmaya çalışacağına, Cumhurbaşkanına ve iktidara yakın durmayı tercih ederek makamının itibarını ciddi şekilde zedelemiştir.

 

İSTİHBARAT ZAAFLARI

 

Türkiye gibi yığınla sorunu olan bir ülkenin iyi işleyen haber alma ağlarına, organlarına ihtiyacı vardır. ABD ve Almanya başta olmak üzere, yabancı istihbarat servislerinin nefes alışımızı bile izledikleri, Dış İşleri Bakanlığı’nda yapılan önemli toplantı gibi çok kozmik görüşmelerden haberdar oldukları dış basında yazılıp anlatıldı. Buna karşı bütçeden büyük meblağlar ayrılan, her türlü teknolojik, idari ve yasal imkanlarla donatılan istihbarat kuruluşlarımızın hali ortada.

 

Uzmanlığın, bilginin, niteliğin ve becerinin bir kenara bırakılarak, siyasi sadakat ve bağlılık kriterlerinin esas alındığı istihbarat servislerinden şahsi ve siyasi amaçlarla yararlanabilirsiniz. Bunlar aracılığıyla rakiplerinizi zor durumda bırakabilecek malzemeler toplayıp kullanabilirsiniz. Ama bu kuruluşların varlık nedeni olan esas hizmet alanlarıyla ilgili etkili ve verimli bir destek sağlayamazsınız. Ülkeye yönelik tehdit merkezlerinin yaptıklarından yeterli derecede haberdar olamazsanız; önlem alamazsınız.

 

 PKK İKİLİ STRATEJİ UYGULUYOR

 

Suruç’daki intihar saldırısından sonra yaşanan olaylar, arka arkaya şehit cenazelerinin gelmeye başlaması Türkiye’nin içi tehlikeli tehdit merkeziyle, özellikle PKK terörüyle, savaş halinde olduğu anlamına geliyor. Bu örgütlerin nerede, ne zaman, ne yapacağına, kimi vuracağını kimse kestiremez. PKK çatışmasızlık kararının geçerliliğinin kalmadığını ilan ettikten sonra, saldırılarını yoğunlaştırdı. Güvenlik güçleriyle doğrudan çatışmaya girmek yerine, sinsice pusular kurup suikastlar düzenliyor; vur kaç yöntemini kullanıyor. Kalleşliği ve alçaklığı karakter haline getiren bu örgüte karşı her an uyanık olmak, fırsat vermemek, faaliyetlerini çok yakından, mümkünse içerisinden izleyerek zamanında önlem almak devletin ve ilgili kurumlarımızın önceliği olmalıdır. Bu mücadelede güvenlik güçleri insiyatifi mutlaka elinde tutmalı, terör eylemi yapanlar alanda misliyle cezalandırılmalıdır.

 

Şurasını da önemle belirtmekte yarar var; Ak Parti iktidarının yaptığı yanlışlar, yönetim zaafları ve Ortadoğu’daki konjüktürel ortam ne olursa olsun, ne PKK ve bileşenlerinin (DHKP-C v.b.) ne de IŞİD’in Türk devletine karşı zafer kazanmaları kesinlikle mümkün değildir. PKK önce 1992-96 arasında, daha sonra 2011’de bu gerçeği görmezlikten gelerek Türk ordusuyla çatışmaya girmeye kalkıştı. Her seferinde çok ağır zayiat vererek bedelini ödedi. Bu nedenle aynı tarzda bir girişim yapmaya kalkışamaz. Büyük gruplar halinde saldırıp hedef olmak yerine, vurucu timler oluşturup, arkadan vurup kaçmayı tercih ediyor. Üç yıldır şehirlerde oluşturduğu yapılanma ortamı kaçıp saklanmalarına imkan sağlıyor.

 

PKK 30 yıl boyunca kırsalda çatışmaya girerek, karakollara saldırarak elde edemediği kazanımları, özellikle son dört yıldır çözüm süreci adıyla yürütülen politikanın yol açtığı otorite boşluğundan, belirsizliklerden, iktidarın yönetim zaaflarından yararlanarak, siyasi kanallardan sağlamayı başardı. HDP’nin seçim döneminde ısrarla kullandığı barış ve kardeşlik söylemleri sol ve liberal kesimlerde etkili oldu. HDP üzerinden içeride ve dışarıda örgütün imajını yükselterek meşruiyet sağlamaya yönelik bu strateji partinin oylarını bir misli yükseltti.

 

PKK-KCK uyguladığı ikili stratejiyi önümüzdeki günlerde de sürdürecektir. Doğu ve Güneydoğu’da vur kaç taktiğiyle saldırmaya devam edecek, Ankara’da barış dili kullanacaktır. Böylelikle dünya kamu oyunu terörist olmadıklarını inandırmaya çalışacaklardır.

 

Daha fazla zaman kaybetmeden devlet olarak doğru ve etkili politika oluşturmak zorundayız. Diğer yandan siyasetçilerimizin, vatansever aydınlarımızın, sivil toplum kuruluşlarımızın, basınımızın giderek müzminleşen, düşünme ve görme kabiliyetlerini körelten aymazlıktan bir an önce kurtulmaları gerekiyor. Parti hesaplarının ön planda olduğu, bugünkü belirsizlik ortamında derlenip toparlanarak makulde birleşmek kolay değil.

 

ERKEN SEÇİM ÇÖZÜM OLABİLİR Mİ?

 

En yüksek oy oranına sahip partinin Genel Başkanı Başbakan Davutoğlu’nun bu aşamada kesin ve net bir tavır belirlemesi gerekiyor. Koalisyon görüşmelerini ya kendi karar ve idaresiyle yürütecek yahut partisinin kurucusu Genel Başkanı ve karizmatik lideri Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın isteğine uyarak erken seçime yönelecek. Mevcut siyasi ortam, tarafların bazı talep ve isteklerinden taviz vermek istememeleri hükümet teşkilinin kolay olmayacağını gösteriyor. Ancak ülkemizin içinde bulunduğu şartlar, siyasal ve ekonomik risklerin giderek artması, güvenliğimize ve bütünlüğümüze yönelik tehditler, güney hududumuzdaki sıkıntılar tarafların “birer adım geriye çekilerek” durum değerlendirmesi yapmalarını zaruri kılıyor.

 

Fakat muhtemelen parti hesapları ağır basacak, uzlaşma sağlamayınca taraflar sorumluluğu birbirlerinin üzerine atarak Türkiye’yi erken seçime götüreceklerdir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da tercihinin bu olduğu da sır değil. Ancak yeni bir seçimde Ak Partinin tek başına iktidar olmasının da garantisi yok. Şayet büyük çoğunlukla olmasa bile, güven oyu almasına yetecek kadar oy alıp tek başına hükümet kurması durumunda, ilk bakışta siyasi istikrar oluşmuş görülse bile sıkıntılar sürecektir. Çünkü böyle bir siyasi tablo toplumsal kutuplaşmanın giderilmesine değil, tam tersine gerginliklerin hızla artmasına, husumete dönüşmesine zemin hazırlayacaktır. Türkiye’nin yaşadığı sorunlara çözüm bulması bir yana bunlar daha da artacaktır. İktidar bunların altından tek başına kalkamayacağından, siyasi diyaloğ ve işbirliği kapıları kapalı kalacağından, Türkiye kimsenin önceden kestiremeyeceği tehlikeli ortamlara savrulmaya başlayacaktır. Balkan Harbi arifesinde siyasal ve toplumsal karmaşanın nelere yol açtığını yaşamış bir ülke olarak bu tuzağa düşmemek zorundayız.