Erken Seçim Neyi Değiştirecek?

7 Haziran seçimlerinde ortaya çıkan tablo ve milletvekilliklerinin partiler arasındaki dağılımı koalisyon kurulmasını kolay olmayacağını gösteriyordu. Çünkü Ak Parti iktidarına karşı olan 3 parti, Meclis’te yeterli çoğunluğu sağlıyor görünseler de, HDP’nin PKK’dan bağımsız bir siyasi harekete dönüşme niyeti taşımaması, kağıt üzerindeki görüntüyü kendiliğinden geçersiz kılıyor; Ak Partinin içinde olmadığı bir koalisyonu imkansız hale getiriyordu. Başka bir deyişle, hükümet kurulması öncelikle AK Partinin bunu samimiyetle istemesine bağlıydı.

 

İlk günlerde gerek Başbakan Davutoğlu’nun, gerekse bazı parti yöneticilerinin sözleri sorunun bir şekilde çözülebileceği ihtimalini güçlendiriyordu. Fakat çok geçmeden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın meseleye farklı baktığı görüldü. O iktidarın paylaşılması anlamına gelen bir koalisyon kurulmasını değil, seçimin yenilenmesini istiyordu. Yakın çevresiyle, danışmanlarıyla yaptığı istişarelerin, yaptırdığı anketlerden aldığı sonuçların ışığı altında, 7 Hazirandaki sonuçları “telafisi mümkün bir yol kazası” olarak görüyor, seçim sürecindeki bazı hataların düzeltilmesi, adaylar arasında ufak tefek rötuşlar yapılması, sandık güvenliğinin sağlanması ve tabanının motive edilmesi durumunda erken seçimde Ak Parti’nin kesinlikle tek başına iktidar olacağı kanaatini taşıyordu.

 

Recep Tayyip Erdoğan, geçen yıl Cumhurbaşkanlığı’na seçilince Ak Parti ile hukuki bağlarını koparmış görünse bile, herkes biliyor ki, kurucusu olduğu parti ve taraftarların nezdindeki karizmatik etkisi fiilen devam etmektedir. Bir yıl önce Erdoğan’ın tensibiyle partinin Genel Başkanı ve Başbakan olan Ahmet Davutoğlu bu durumu en iyi bilenlerden biridir. Erdoğan 13 yıl boyunca, partisini sıradan bir lider, bir Başbakan olarak yönetmedi. Bu hareketi destekleyen taraftarları ve partisi içerisinde bir “Recep Tayyip Erdoğan kültü” oluşturdu. Karizması Başbakan olmasıyla birlikte giderek büyürken, partiyi  birlikte kurduğu, aralarından “eşitler arasında birinci” görünümüyle öne geçtiği Abdullatif Şener, Abdullah Gül ve Bülent Arınç gibi ilk dönemde “özgül ağırlığı” bulunan isimler giderek etkisizleşip kenarda kaldılar. Parti içerisinde bu gelişmeler yaşanırken kimseden ciddi bir itiraz gelmedi, olağan bir durum olarak kabullenildi.

 

Seçimler üzerinden bir aydan fazla bir zaman geçtikten sonra, yeni hükümeti kurmakla görevlendirilen Ahmet Davutoğlu, kendisine kalsaydı CHP yahut MHP ile muhtemelen bir anlaşma zemini oluşturabilirdi. Ancak Davutoğlu, Erdoğan faktörünü bir kenara bırakmasını mümkün olmadığını bildiğinden, koalisyon görüşmeleri yapılıyor görüntüsü altında, 45 günlük sürenin önemli bölümünü tüketmekten başka sonuç vermeyen “nafile görüşmeler” in sürdürülmesine nezaret etti. Bu temasların önemli bir özelliği siyasi literatürümüze “İSTİKŞAFİ” tabirinin kazandırılması oldu. Sonuç da 45 günün tamamlanmasına bir hafta kala, Davutoğlu CHP ile eğitim ve dış politika konularında farklı görüşlerinin bulunduğu gerekçesiyle bu faslı kapadı.

 

Ancak usulen de olsa, konunun MHP Genel Başkanı ile de görüşülmesi gerekiyordu. Görüşmenin sonucunun ne olacağı önceden belliydi; nitekim öyle de oldu.

 

Böylelikle Türkiye, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın isteğine uygun olarak erken seçime yönelmiş bulunuyor. Etno-milliyetçi siyasi Kürtçülük hareketinin terör saldırılarını tırmandırdığı, her gün arka arkaya şehit cenazelerinin geldiği, evlere, yüreklere ateşler düştüğü, Türkiye’nin yüz yıl sonra yeniden bütünlük, güvenlik ve bekâ sorunlarıyla karşı kaşıya kaldığı bir ortamda seçimler yenilenmiş olacak.

 

Şahsi ve siyasi hesapların üzerine çıkılarak ülkenin ve milletin geleceği adına birliktelik sağlanmaya en fazla ihtiyacımız olan bir dönemde, bu yolun tercih edilmiş olması yarınki nesillere nasıl anlatılacak? Öne sürülecek gerekçeler, taraftar fanatizminin tutsağı olmaktan kurtulamayan, iktidar imkanlarının cazibesinden, maddi kazanımlarından kendilerini arındıramayan partilileri şimdilik ikna edebilir; Makyavelist anlayışla, çıkar hesapları görmezlikten gelinerek kazanan haklı sayılabilir. Ama günümüzün gerçeklerini tarihin ışığı altında bütün yönleriyle görüp değerlendirecek olan yarınki nesiller, günümüzün muhteris politikacılarının yol açtığı zararları, milli tahribatı hayırla anmayacaklardır.

 

Muhtemelen Kasım ayında yapılacak olan seçimlerde sonuçlar değişebilir mi? Ak Parti oylarını dört puan kadar artırıp, Cumhurbaşkanı’nın istediği gibi az bir çoğunlukla da olsa tek başına iktidar olabilir mi? Ak Parti şimdiden hazırlıklara başlamış görünüyor.

 

PKK terörü ve IŞİD tehlikesi sürerken yıllardır ısrarla sürdürülen çözüm sürecinin buzdolabına kaldırıldığı açıklandı. Terör lanetlenerek, güvenlik önlemleri artırılarak, operasyonlar sürdürülerek Türk milletinin duygularına, tepkilerine uygun bir tavır sergilenerek 7 Haziranda kaybedilen oyların en azından bir bölümü geriye alınmak isteniyor. Bugün yaşananların 2009’dan bu yana bazen açılım, bazen başka adlarla sürdürülen, müzakere yöntemiyle sorunu çözeceği iddia edilen hükümet politikalarının iflası anlamına geldiği ortada iken, gerçekler örtülmeye çalışıyor. PKK-KCK’nın 5-6 yıldır bölgeye nasıl yerleştiği, şehirleri denetimine aldığı, evlere on binlerce silah ve patlayıcı yığınağı yapıldığı sanki yeni ortaya çıkan bir durummuş gibi sunulmak isteniyor. Oysa, 13 yıldır ülkeyi tek başına yöneten ve bugünkü ortamın sorumlusu olan siyasi iktidarın, bazı soruların cevabını milletimize vermesi gerekiyor.  

 

PKK-KCK çatışmasızlık ortamını, şehirlere yerleşmek, sisteminin alt yapısını oluşturarak devlet içinde devlet kurmak maksadıyla kullanırken, hükümet yapılanlara neden seyirci kaldı. İstihbarat servislerinin, güvenlik güçlerinin, askerin, polisin, savcıların görevlerinin yapmalarını engelleyen talimatları kim verdi?

 

Terör örgütünün, çözüm sürecinden yararlanarak, stratejini değiştirdiği, kırsalda çatışmak yerine şehir gerillacalığına yöneldiği, bölgede “devrimci halk savaşı” adıyla alan hakimiyeti sağlamak üzere çatışmaya hazırlandığı, 6-7 Ekim olaylarının bunun bir provası olduğu görülmesine rağmen, bunlara neden göz yumuldu?

 

Oslo görüşmelerinin dışarıya sızan zabıtlarından, dönemin MİT Müsteşar Yardımcısının muhatabı PKK yöneticilerine “Güneydoğu’da şehirlere silah ve patlayıcı yığınağı yaptığınızdan haberimiz var” dediği defalarca yazıldı ve yalanlanmadı. Devletin 7 yıl önce bildiği bu gerçeği, geçen ay “Güneydoğu’da şehirlere çeşitli cins ve çapta seksen bin silah sokuldu” şeklinde bir istihbarat raporuyla kamu oyuna duyrulması gafletin, vurdumduymazlığın ikrarı anlamına gelmiyor mu?

 

Suriye’nin kuzeyinde ABD himayesindeki PYD yapılanmasının, PKK’ya coğrafi derinlik ve geniş bir eleman havuzu kazandırdığı, meşruiyet zemini hazırladığı, eğitim ve silahlanma imkanı sunduğu, siyasi Kürtçülük hareketinin uluslararası desteklerle bölgede siyasal bir aktör halinde getirildiği neden fark edilmedi? Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren böylesine hayati bir gelişmeyi görüp önlem almak hükümetin ilk görevlerinden biri değil midir?

 

Siyasi iktidar, milli varlığımızı, ülke bütünlüğümüze yönelik tehditleri zamanında fark edip, değerlendirmek yerine, bu konulardaki ikazları süreci sabote etmeye yönelik girişimler olarak nitelendirdi, susturmayı tercih etti. Akil adamlar adıyla hazırlanan projenin fiyaskoyla sonuçlandığı ortada. Güvenilen, itibar gösterilip, yararlanılmaya çalışılan isimlerden bir çoğunun şu anda nerede oldukları, neler yaptıkları, kimlerle iş tuttukları, hangi cenahta yer aldıkları basiretsizliğin boyutunu göstermiyor mu?

 

5 yıldır iddialı şekilde yürütülen açılım sürecinin durdurulduğunun açıklanması, bu konudaki politikanın duvara toslandığının göstergesidir. Yalnız terör konusunda değil, ekonomiden dış politikaya, eğitimden tarıma, yargı bağımsızlığından, Alevi meselesine, başta IŞİD olmak üzere cihadcı selefeci eylemlere kadar ülkenin başlıca sorunlarına çözüm getiremeyen, beceriksizliği aşikar olan bu iktidarın erken seçimin sonucuna göre devamı halinde ne değişecek? Yaptığı hiçbir yanlışı kabule yanaşmayan muazzam bir propaganda ve algı yönetimiyle gerçekleri örtmeye çalışan, sadece kendi doğrularına iman eden, sandık sonuçlarını anayasanın ve hukukun üzerinde sayan zihniyet sahipleri, kendilerini değiştirmedikçe, ortamı normalleştirmeleri, ihtiyacımız olan huzur, güvenlik ve istikrarı sağlamaları beklenebilir mi?

 

Diğer taraftan, 7 Hazirandan bu yana yaşananlar, Türkiye’de ciddi bir “muhalefet zaafiyeti” nin olduğunu gösteriyor. Seçimlerin yenilenmesini, görünüşe göre sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Ak Parti tabanı istemesine rağmen hükümet kurulamıyor, seçime gidiliyor. MHP 8 Hazirandan itibaren “ana muhalefet partisi” olmayı tercih ettiğini gösterdi; dışarıdan yönlendirmenin geçerliliğinin olmayacağı bilinmesine rağmen, CHP ile AK Partiye hükümet kurmalarını ısrarla tavsiye etti. Sonuç da iki aydan beri fuzuli görüşmelerle zaman doldurulurken, Cumhurbaşkanı’nın istediği oluyor; Türkiye demokrasi tarihinde ilk defa koalisyon kurulamadığından seçimleri yenilemek zorunda kalıyor.

 

Önümüzdeki üç ay Türkiye açısından kolay geçmeyecektir. Ekonomik sorunlar bu belirsizlik ortamında hızla büyüyüp ağırlaşacak, ülkeyi ciddi bir kriz tehlikesiyle karşı karşıya bırakacaktır.

 

PKK-KCK’nın, ABD’nin etkili bir müdahalesi olmadıkça alan hakimiyeti iddiasından geri adım atması terör saldırılarını kendiliğinden durdurması beklenemez. Türkiye 20 yıldan beri ilk defa terör saldırıları sürerken seçime gidiyor. Bunun seçim kampanyalarındaki etkilerini nasıl olacağı, bölgede seçim güvenliğinin nasıl sağlanacağı şehit cenazelerinde yaşanan gerginliklerin nerelere tırmanabileceği gibi sorular gündemde iken, kaygılanmamak mümkün değil.

 

Siyasi gerilimin artması, karşılıklı suçlamaların daha da yoğunlaşması, Cumhurbaşkanı’nın durumunun, hukuki statüsünün tartışılan konuların ilk sıralarında yer alması kaçınılmazdır. Bunların yanı sıra, toplumun şu sıradaki ruh hali, insanlarımızın koalisyon polemiklerine rahatsız olduğunu, yeni bir seçimin sorunlara çözüm getireceğine inanılmadığını gösteriyor. Bu psikolojinin seçimlere katılım oranını olumsuz etkileyeceğini söylemek kehanet sayılmamalıdır. Ak Parti yoğun bir kampanya yürüterek, 7 Haziran seçimindeki teşkilat hantallığını gidererek tabanını sandığa taşımak isteyecektir. HDP’de bunu bir ölçüde başaracaktır. Ama CHP ve MHP için aynı şeyleri söylemek mümkün görünmüyor.

 

MHP’li adaylar geçen seçim sürecinde sınırlı maddi imkanlarıyla, şahsi tasarruflarını önemli ölçüde tüketerek, bir çoğu borçlanarak seçim çalışması yaptılar. Bunların yeni bir kampanya için gereken maddi imkanları sağlamaları kolay olmayacaktır. Diğer yandan ana muhalefet partisi olma tercihi, MHP’ye gönül veren, iktidar ortağı olacağı ümidini taşıyan, kendini buna hazırlayan parti tabanını ne kadar ikna edebilir? Her siyasi partinin ve taraftarlarının hedefi muhalefette kalmak değil iktidar olmaktır; en azından iktidarın bir parçası haline gelmektir. Bir koalisyonun içerisinde yer almak, her konuda görüşlerin, hedeflerin hatta bazen ideolojilerin tam olarak örtüştüğü anlamına gelmez. Bunun MHP kırk yıllık tarihi içerisinde bir çok defa yaşamıştır.

 

Rahmetli Alparslan Türkeş, 1975’de ilk cephe hükümetine bir buçuk bakanlık alarak girerken oy oranı sadece yüzde üç civarındaydı. Ortakları AP ve MSP ile pek çok temel konuda farklılıkları vardı. Ama hem bu ortaklık, hem de benzer şartlarda yetmiş yedi seçimlerinden sonra bakanlık sayısını artırarak  hükümette yer alması partiye büyük sıçrama yaptırdı. 12 Eylül darbesi olmasaydı MHP büyük ihtimalle ülkenin ikinci büyük partisi olacaktı. Türkeş Beğ cesaret sahibi, öz güveni yüksek bir liderdi. Öyle olduğu için, siyasi arenada kıyasıya mücadele ettiği CHP’den bir adaya destek vererek Meclis Başkanlığına seçtirdi; yaşanan krizi böylece çözmüş oldu.

 

1978’de Türkiye’de kan gövdeyi götürürken, her gün birkaç ülkücünün cenazesi kaldırılırken bu kaostan çıkılması için tarihi bir adım atmak istedi. Bülent Ecevit’in şahsına ve partisine olan büyük husumetini bile bile, Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak’ı CHP ile ortak bir hükümet kurulması konusunu görüşmek üzere görevlendirdi. Gün Bey’in CHP’nin Ankara Belediye Başkanı Vedat Dolakay ile yaptığı bu görüşme sonuç vermedi. Çünkü Ecevit Türkeş kadar cesur ve vizyoner değildi. Bu girişim olumlu sonuçlansaydı Türkiye hem yaşanan o kaostan çıkar, hem de 12 Eylül darbesi olmazdı. Gerçek liderlik Türkeş’in yaptığıdır; bu tarz çıkışlar çoğu defa tarihin akışını değiştirecek kadar etkili olmuştur.

 

Türkiye, belirsizliklerin hüküm sürdüğü, insanlara yeni umutlar ve heyecanlar aktarılamadığı, siyasetin ve ekonominin tıkandığı, hıyanetin ve fitnenin kol gezdiği, toplumsal kutuplaşmaların tehlikeli şekilde tırmandığı bir ortamda seçime gidiyor. Şimdiye kadar anlatılanların dışında, tekrarlana tekrarlana insanların kanıksadığı söylemlerden başka ne söylenecek; insanların sandık başına gitmeleri hangi beklentilerle sağlanacak üstelik sandıktan çıkması muhtemel sonuçlar aşağı yukarı bellidir. Ak Parti elindeki kamusal imkanları, maddi gücünü, medyayı seferber ederek oyunu düşündüğü gibi iki üç puan artırırsa ve katılım oranı Cumhurbaşkanı seçimindeki gibi yüzde yetmiş beşlerde kalırsa, az bir farkla da olsa tek başına iktidar olabilir. Yahut seçmen 7 Haziranda olduğu gibi, bugün yaşanan sıkıntıların sorumlusu olarak bu partiyi görür, tercihini değiştirmez. Ancak sandıktan AKP yine birinci parti çıkar ve ister istemez kurulacak koalisyonun büyük ortağı olur. CHP onunla ortaklığa şimdiden hazır olduğuna göre, MHP ne yapar? Umarım bunu cevabı şimdiden düşünülmektedir. Çünkü ne Türkiye’nin ne de MHP’nin 2002 travmasına benzer bir sorun yaşamasına tahammülü yoktur.