Kurtlar Sofrasında Yalnız Olmak

ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın Türkiye ziyareti sırasında yaptığı temaslar, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu ile görüşmelerinin dışarıya yansımaları iki ülke arasında bölge politikalarına ilişkin önemli farklılıkların hatta karşıtlıkların olduğunu bir kere daha ortaya koydu.

 

Başkan Obama’nın askerlerini çatışma alanlarının dışında tutmakta kararlı oluşu, Suriye’deki gelişmelere doğrudan müdahaleden kaçınması büyük bir boşluk doğurdu. Merkezi yönetimlerin etkilerini kaybetmesi üzerine, etnik ve mezhebi devlet altı gruplar, örgütler oluştu. IŞİD, PYD, Şİİ milisleri, EL Kaide türevleri ve diğer muhalefet hareketleri giderek ön plana çıktı. Bu boşluktan yararlanan İran ve Rusya, Şam ve Bağdat ile iş birliği yaparak bölgeye girdiler.

 

ABD için öncelikli hedef IŞİD oldu. İlk başlarda Şam rejiminin otokratik yapısına, diktasına itiraz eder gibi görünen Washington,  Esad’ın devrilmesi durumunda yerine gelmesi muhtemel İslamcı bir yönetimin kendisi ve İsrail açısından risk oluşturacağı düşüncesiyle tutumunu değiştirdi. IŞİD’in ortaya çıkmasıyla birlikte ABD’nin şimdiki Ortadoğu politikasının temel parametreleri oluşmuş oldu.

 

Amerika’nın gözünde IŞiD bir numaralı tehdit konumunda. Diğer bütün meselelere bu tehlikeyle müdahaledeki etkileri ve katkıları açısından bakıyor. Rusya ve İran’ın IŞİD ile mücadele adına bölgeyi kontrollerine almaya yönelik girişimlerinden rahatsızlık duymuyor. Hatta İran’a uygulanan ambargoların kaldırmasını sağlayarak, uluslararası topluma katılmasına zemin hazırlayarak bu ülkenin emperyal politikalarının önünü bilerek açıyor. Çünkü hem Amerika hem de batılı ülkeler, El kaide ve IŞİD gibi radikal cihadist akımların tümüyle Sünni kökenli olduğunu düşünüyorlar. Geçen ay yayınlanan bir FBI raporunda terör eylemlerine karıştıkları gerekçesiyle yakalanan 300 den fazla sanığın 200 e yakınının Sünni olduğu, içlerinde tek bir Şii’nin bile bulunmadığı belirtiliyordu. Washington konulara bu açıdan bakınca Tahran’ın Bağdat ve Şam yönetimleri üzerindeki etkisi ‘düşmanımın düşmanı’ değerlendirilmesinden dolayı rahatsızlık doğurmuyor.

 

Benzeri bir yaklaşım Rusya’ya karşı da sergileniyor. IŞİD ile mücadele adı altında Suriye’ye gelip yerleşen, Doğu Akdeniz’e muazzam bir silah yığınağı yapan Rusya’nın bölgeye çekilmemek niyetiyle gelmesini önemsemiyor.

 

Ekonomik ve askeri gücüyle 20. Yüzyıl başlarından itibaren bir numaralı küresel güç olan ABD, bu gücüyle orantılı politik bir vizyon geliştiremediğinden çok büyük yanlışlar yapabiliyor. İkinci Dünya Savaşının ardından soğuk savaş sırasında ve sonrasında Doğu Avrupa’da, Afrika’da, Vietnam başta olmak üzere Uzak Doğu’da bu yanlışların bedelini milyonlarca insan canlarıyla ödemek zorunda kalmışlardır.

 

Başkan Bush’un ve Neo-Con’ların saldırgan politikalarıyla başlayan Ortadoğu’daki yangının bölgeyi ne hale getirdiği ortada. Obama ise giderayak ifratla tefrit arasında savruluyor. Tarihe Amerikan askerlerinin hayatını kurtarmış, çatışmalardan çıkarmış bir başkan görünümüyle geçmek istediğinden, Rusya’nın geleneksel genişleme politikalarına gereken tepkiyi vermemek suretiyle yardımcı oluyor.

 

Putin ABD’nin bu nahif ve çekingen tutumundan yararlanmayı başardı. Önce Gürcistan’da Batıyı test etti; tepki gelmeyeceğini anlayınca Ukrayna’nın yarısına ve Kırım’a el koydu. Şimdi de Suriye’ye gelip yerleşti. Bu dönemde Rusya’nın bölgeden çekilmesi için Sovyetlerin yıkılmasına benzer küresel bir deprem beklemekten başka bir yol görünmüyor.

 

ABD Suriye’nin kuzeyinde PYD üzerinden bir Kürt Devletinin oluşturulması konusunda Rusya ile mutabakat halinde hareket ediyor. PYD ise Washington ve Moskova ile ilişkilerini ustaca ayarlayarak, her iki merkezden büyük destek ve yardım sağlayarak varlığını güçlendiriyor. Uluslararası meşruiyet ve tanınırlık kazanıyor. PYD 40 bin civarında eğitilmiş, donatılmış askeri gücü olan de facto bir devlet haline gelmiş bulunuyor.

 

Resmi demeçlerinde PKK’yı terör örgütü olarak tanıyan ABD, PYD’nin Kandil’in bir kolu olduğunu, oradan yönetildiğini elbette biliyor. Buna rağmen Türkiye’nin itirazlarına aldırmadan IŞİD’e karşı savaştığı gerekçesiyle PYD’yi stratejik ortak olarak kabul ettiğini, terör örgütü saymadığını söyleyebiliyor. Ülkemizin güneyinin boydan boya PYD-PKK üzerinden çevrilmesi doğrudan doğruya Türkiye’nin güvenliğini bütünlüğünü, geleceğini ilgilendiren yakın bir tehdittir.

 

Washington Türkiye’nin tehdit algılamalarını umursamıyor. Türkiye’yi çevreleme operasyonun sadece PYD-PKK’nın işi olmadığını, bunun arkasında Rusya ve İran’ın bulunduğunu dikkate almıyor. Yazdan beri Güneydoğu’da bazı  il ve ilçe merkezlerinde cereyan eden çatışmaların boyutu, ayaklanma girişimi için pilot bölge olarak seçilen bu yerlerin coğrafi özelliği PKK’nın Suriye’nin kuzeyindeki yapılanmayı Türkiye’ye taşıma niyeti ortada iken, ABD ‘den şimdiye kadar kısık sesle söylenen birkaç cümleden başka, ciddi bir etkili tepkinin gelmeyişi düşündürücü bir tavırdır.

 

ABD Başkan yardımcısı Biden’in son Türkiye ziyareti, Washington’un ittifak ilişkilerine gölge düşüren tutumunu sürdürmekte kararlı olduğunu gösterdi. Biden PKK’yı bir terör örgütü olarak sayarken, Türkiye’nin ona karşı açtığı savaşta haklı olduğunu söylerken bir an önce barış sürecine dönülmesi gerektiğini vurguluyor. Ama PKK’ya silah bırakması, Türkiye’deki eylemlerine son vermesi gibi bir çağrı yapmıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu PYD’ye verilen Amerikan silahlarının ve patlayıcıların PKK’ya aktarıldığına ilişkin belgeler ortaya koydular. Fakat ABD stratejik ortağı sayacak kadar yakını olan PYD’ye etkili bir ihtar yapma gereği duymuyor.

 

Türkiye’nin Cerablus - Azez hattını güvenliği açısından ne kadar önemsediğini, Suriye’deki Türkmenlere ne kadar değer verdiğini görmesine rağmen, Rusya-İran ve Şam ittifakının Türkiye’nin buraya müdahalesini önlemeye yönelik tehditlerine seyirci kalıyor. Hatta Türkiye’yi Rusya ile gerilimi arttıracak, çatışma pozisyonuna getirecek bir adım atmaması için ikaz ediyor. Böylece NATO ittifak içerisinde olan Türkiye, Rusya’ya karşı yalnız başına bırakılıyor.

 

Yeni bir jeopolitiğin oluşturulduğu, sınırların değiştirildiği Ortadoğu’da Türkiye  ısrarla gelişmelerin dışında bırakılmaya çalışılıyor. Geçen yüzyılın başlarında küresel rekabetin bir cihan savaşına dönüşmek üzere olduğu dönemde, Osmanlı Devleti’nin yasadığı yalnızlığı hatırlatan bir tecrit tehlikesiyle karşı karşıyayız. Bölgenin siyasi haritasını yeniden çizmekte kararlı görülen güçlerin, Türkiye’ye yönelik projelerinde PKK taşeron unsur işlevi yapıyor. Terör örgütünü Kandil’den yönetenlerin esas amacı Kürtlerin daha mutlu ve özgür yaşamaları değil. Marksist-Leninist esaslar üzerine tasarladıkları bir düzenin oluşturulmasını istiyorlar. Bunu başarmak için çatışmalarda binlerce Kürt’ün ölmesine şehirlerin harabeye dönmesini, çocukların cahil kalmasını, insanların evlerini yuvalarını bırakıp göç etmelerini umursamıyorlar; tam tersine ne kadar çok insan ölürse, perişan olursa bunun vazgeçilmez tutkuları olan ‘devrim ateşinin’ alevlenmesine yarayacağını düşünerek seviniyorlar. PYD Kuzey Suriye’de hâkim duruma gelince ilk yaptığı silahlı gücünü kullanarak kendisine biat etmeyen diğer Kürtleri bölgeden ya çıkmaya, yahut kalacaklarsa örgüte itaat etmeye mecbur tutmak oldu. Bu uygulamayı sadece Kürtlere değil, diğer etnik gruplara da uygulayarak nüfus arındırması yaparken, Rusya ve İran’ın yanı sıra, demokrasi sözcüğünü, özgürlükleri dilinden düşürmeyen Batı Dünyası da yapılanlara seyirci kaldı.

 

Türkiye kendisini dünyaya anlatmakta son derece başarısız kalıyor. PKK ve destekleyenleri Türkiye Devleti’nin Kürt halkına katliam ve asimilasyon yaptığını iddia ediyorlar. Terör eylemlerinin meşru bir direnme hareketi olduğuna inandırmak maksadıyla, içeride ve dışarıda yoğun bir PR çalışması yürütüyorlar. Buna karşılık Türkiye’nin etkili bir kamu diplomasisi olmadığından, hem Batı kamuoyunu hem de hükümetleri büyük ölçüde etkilemeyi başarıyorlar.

 

Çok tartışılan bin küsür akademisyenin imzaladığı bildirinin içeriğinin bilimsel doğruluk, hakkaniyet ve ahlakilik özelliklerinden yoksun olmasına rağmen ilgi görmesi, PKK’nın dünya çapında ne kadar geniş bir ‘bilgi ağı’ kurduğunu gösteriyor.

 

Türkiye’nin güvenliği ve bekâsına yönelik iç ve dış tehditleri  etkisiz kılabilmesi için kurtlar sofrasında yalnız kalmanın tehlikelerini görmesi, dış politikasını rasyonel ve gerçekçi bir zemine oturtması gerekiyor. Gücümüzü, imkânlarımızı ve kozlarımızı doğru, yerinde ve verimli kullanabildiğimiz ölçüde tehditleri bertaraf etmemiz zor olmaz. Hamaset ve retorik iç politikada etkili oluyor diye aynı dil ve üslubun uluslararası ilişkilerde kullanılmak istenmesinin Türkiye’yi hangi çizgiye taşıdığını herkes artık vakit geç olmadan görmeli, siyasi iktidar mevcut tablodan ders çıkarmayı, muhasebe yapmayı başarmalıdır.