PKK Terörü-Etnik Fitne Ve Terörle Mücadele Eylem Plânı Bağlamında Yüz Yıl Sonra Yeniden Beka Güvenlik Ve Bütünlük Meselesi

Türkiye çok yönlü iç ve dış tehditlerin gün geçtikçe ağırlaştığı zor bir dönemden geçiyor. Bir yandan PKK üzerinden yürütülen etnikçi Kürtçülük hareketi, diğer yandan bölgemizdeki gelişmelerden kaynaklanan tehlikeler sorunlarımızı ağırlaştırıyor; Türkiye bekasının, güvenliğinin ve geleceğinin söz konusu olduğu tarihi bir kader kavşağına doğru hızla ilerliyor.

 

Osmanlı’nın son dönemlerinde dağılmasına yol açan faciaların yaşanmaması için öncelikle sorunların kaynağının, nedenlerinin ve mahiyetinin doğru algılanması, dış faktörlerle birlikte değerlendirilmesi gerekiyor. Bir doktor hastasına doğru teşhis koymuyorsa tedavisini yapamaz. Hem etnikçi-ayrılıkçı PKK terörü karşısında, hem de dış politikada yapılan yanlışlar sorunlarımızı büyüttü; ülkemizin geleceği ve bütünlüğünü tehdit oluşturacak noktaya taşıdı. Dış politikada yahut iç meselelerde sürekli olarak sıkıntılara yol açacak yanlışlar yapılıyorsa sorunların büyümesi kaçınılmaz hale gelir. Karşımızdaki problemlerin nedenlerini evvela kendi yanlışlarımızda aramak yerine, bunları tümüyle dış güçlere, uluslararası komplolara ve düşmanlıklara yıkma kolaycılığından kurtulmalıyız. Siyasi hayatımızda ülkeyi yönetenlerin, iktidarların temel politikalarda yaptıkları yanlışın maliyeti ne kadar yüksek olursa olsun, bunlara ilişkin hukuki bir soruşturma, hesaplaşma, kamuoyu önünde yüzleşme geleneği oluşmuş değil. Her şey sandığa, seçim sonuçlarına bağlı kılındığından gerçekler çoğu kere gün ışığına çıkmıyor. Sorumluların yaptıkları yanlışların bedelini ödeyecekleri bir hesaplaşma yapılmadığından sadece seçim sonuçlarına göre ibra almış oluyorlar.

 

Otuz yıldır sürüp gelen PKK terörü geçen yılın ortalarından beri yeni bir evreye girmiş bulunuyor. Güneydoğuda birçok il ve ilçede çatışmaların sürmesi, sokağa çıkma yasağı ilan etme ihtiyacının duyulması, hemen her gün gelen şehit haberleri sorunun hangi boyuta geçtiğini ortaya koyuyor. Oysa geçen yıl bu aylarda ülkeyi yönetenler çok iyimser demeçler veriyorlar, sorunun çözülme aşamasına geldiğini, PKK’lıların silah bırakıp sınırlarımızın dışına çıkmasının yakın olduğunu sık sık tekrarlıyorlardı. Mesela Başbakan Davutoğlu ‘çözüm sürecinde tempo hızlandı, inşallah bu bahar güzel şeyler olacaktır’ müjdesini veriyordu. (11 Şubat 2015 Haber Türk Gazetesi).

 

Keza iktidara yakın bir gazetede ‘eve dönüşte bahar takvimi’ başlıklı haberde, “Cumhurbaşkanı’nın ‘silah bırakma çağrısı bekliyorum’ sözlerinin ardından gözler Ankara – Kandil – İmralı trafiğine döndü. Eve dönüş için zemin hazırlanırken silahlı eyleme katılmayan örgüt üyelerinin seçime katılması gündemde. Müzakere masası genişleyecek. Kandil silah sözü verecek. Demokratik adımlar hız kazanacak’ ifadeleriyle bu iyimserlik tekrarlanıyordu.” (14 Şubat 2015- Sabah Gazetesi)

 

Artık sanal olduğu anlaşılan bu tablo nasıl oldu da birkaç ay zarfında 180 derece değişiverdi?  Kim kimi kandırdı? 2009 yaz aylarında başlayarak 6 yıl değişik adlarla kesintisiz sürdürülen sürecin onca zaman ‘kandırılma süreci’ olarak işletilmiş olmasına, devletin bu kadar süre ‘kandırılmasına’ ne ad verilir? Bunun sorumluları kimlerdir?

 

SURİYE’Yİ ÇÖKERTEN DEPREM TÜRKİYE’Yİ DE SARSIYOR

 

Öte yandan Ortadoğu’da yaşanan etnik, siyasi, mezhebi depremlerin oluşturduğu yönetim boşluğundan yararlanarak devreye giren radikal-cihadist İslamcı hareketler, milyonlarca insanın sığınmacı haline gelmesi Türkiye’yi derinden sarsıyor. Yüzyıldan beri hiçbir dönemde küresel güçlerin çevremizle ilgili politikalarından, dış dinamiklerden bu derece olumsuz etkilenmemiştik. ABD’nin 1991 ile 2000’de Irak’a yaptığı operasyonlarla başlayan istikrarsızlık Arap Baharıyla büyüdü; siyasal ve toplumsal kargaşa giderek kaosa dönüştü. Irak ve Suriye artık fiilen üçe bölünmüş durumda. Merkezi yönetimlerin etkisiz kalması, rejimlerin kendi halkları nezdinde güvenilirliklerini kaybetmeleri  sonucu IŞİD, PYD, Şii milisler ve El Kaide türevleri gibi devlet altı gruplar, örgütler ortaya çıktı. Önceki ABD Başkanı Bush ve Neo-Con’ların kaba ve saldırgan politikalarının etkisiyle başlayan yangın neredeyse söndürülemez hale geldi. Amerika’nın Irak’ta yönetimi tümüyle Şii’lere teslim etmesi, orduyu dağıtması, Sünni’lerin devlet kadrolarından tasfiyesi işgale karşı başlayan direniş hareketlerine toplumsal bir destek ve taban sağladı.

Bunun hemen ardından Arap Baharıyla birlikte Suriye’de rejime karşı başlayan gösteriler kısa zamanda silahlı çatışmaya, iç savaşa dönüştü. Önceleri muhalif gruplardan biri olarak ortaya çıkan IŞİD, oluşan ortamdan yararlanarak etki alanını kısa zamanda genişletti. Irak ve Suriye’de geniş bir alanı kontrolüne alarak kendi idari düzeni kurdu. Başta Batı Avrupa ülkeleri olmak üzere Dünyanın her tarafından cihadist anlayışı benimseyen radikal İslamcıların toplandıkları bir cazibe merkezi, küresel bir tehdit haline geldi.

 

AMERİKA’NIN SON ESERİ; PYD KÜRT DEVLETİ

 

Suriye’deki karmaşadan en fazla Kürtler yararlandı. Arap Baharı süreci başlayana kadar ülkenin kuzeyinde dağınık halde yaşayan, ciddi bir siyasal varlık olmayan, 600 bininin vatandaşlık hakkı bile bulunmayan Kürtler, PYD çatısı altında örgütlendiler; YPG adıyla silahlı güçlerini kurdular. Esad’ın askerleri muhaliflere karşı direnemeyip bölgeden çekilirken, buraların yönetimini PYD’ ye bıraktı. Böylece Kürtler birbirinden uzak üç bölgede Cezire, Kobani, Afrin’de KCK sistemini uygulayarak Rojova adını verdikleri özerk kantonlarını kurma imkanını buldular.

 

PYD-YPG güçlerinin PKK ile birlikte IŞİD’ e karşı savaşmaları onları ABD nezdinde güvenilir bir ‘stratejik ortak’ haline getirdi. Kendi askerlerinin karada savaşa katılmasını istemeyen Amerika, YPG’yi kendi gücü olarak benimsedi; her türlü silah ve patlayıcı ihtiyacını karşıladı. PYD’nin Kandil’den yönetildiğini, organik ilişkisini bilmesine ve Türkiye’nin bütün itirazlarına rağmen Amerikan yönetimi ve sözcüleri bu oluşumu terör örgütü saymadıklarını defalarca açıkladılar. PYD’nin ABD’nin yoğun hava desteğini arkasına alarak Kobani’de IŞİD’e karşı direnmesi, çekilmek zorunda bırakması Kürtler tarafından tarihi bir zafer olarak algılandı, Kürt Milliyetçiliğini hızlandırdı. Büyük bir moral ve özgüven kazanmalarına yol açtı. Bu olay aynı zamanda PYD’nin uluslararası camiada meşruiyet ve itibar kazanmasına, tanınır hale gelmesine neden oldu.

 

RUSYA SICAK DENİZLERDE

 

Suriye’deki gelişmelerden yararlananlardan biri de Rusya oldu. Esad’la anlaşarak IŞİD ile savaşıyor görüntüsü adı altında bölgedeki askeri varlığını hızla tahkim etti. Ama esas atağını uçağının düşürülme olayını vesile kılarak yaptı. Olayı bilinçli ve planlı bir şekilde diplomatik krize dönüştürdü. Türkiye ile ilişkilerini neredeyse ‘savaştan bir önceki’ hale getirdi. Suriye’deki hava ve deniz üslerine Batılılardan normalde büyük tepki görmesini gerektirecek kadar yoğun askeri yığınak yapmasına, bölgenin güç dengelerini lehine çevirmesine kimse itiraz etmedi. Bu tablo Rusya’nın asırlardır hedefi olan ‘sıcak denizlere inme’ projesini gerçekleştirdiği anlamına geliyor. Ortadoğu’da artık siyasi ilişkiler seviyesinin üzerine çıkmış bulunan, askeri potansiyeli ile yaptırım gücü edinen ve Türkiye’ye dostça bakmayan bir Rusya gerçeği var.

 

Rusya’nın Türkiye ile ilişkilerini ısrarla gererek, husumet çizgisine taşıması, Ortadoğu’daki stratejik hamlesi geleneksel yayılmacı emperyalist politikalarını güncelleştirme niyetinde olduğunu gösteriyor. Aslında ekonomik imkanları, siyasi ve toplumsal yapısı bu çapta bir politika için yeterli değil. Ama Putin hırslı ve otokrat kişiliğiyle, merkeziyetçi disiplin yöntemiyle bu macerayı denemekte kararlı görünüyor. Gürcistan, Ukrayna ve Kırım’da yaptığı hamlelerin Batılılardan etkili bir karşılık görmemesinden kaynaklanan cesaretle, İran’ı da yanına alarak benzer bir senaryoyu Ortadoğu’da tekrarlamak istiyor.

 

Rusya bu politikalarıyla asırlar boyunca Osmanlı Devleti’yle sürekli savaşan, yıkılmasını hazırlayan Balkanlar’daki ayrılıkçı hareketlere destek veren tarihi hasım kimliğiyle yüzyıl sonra yeniden karşımıza çıkmış bulunuyor. Türkiye’yi Ortadoğu’daki gelişmelerin dışında tutmak, devre dışında bırakmak için elinden geleni yapıyor. Suriye de IŞİD’ e karşı mücadele yapıyor görünümü adı altında  operasyonlarını ağırlıklı olarak rejim muhaliflerine yöneltti. Esad yönetimi ve İran ile birlikte muhaliflere büyük darbe vurdu; yıkılma noktasına gelmiş olan Esad’ın ayakta kalmasını sağladı. Kırmızı çizgi ilan ettiğimiz PYD’nin Fırat’ın batısına geçme durumuna müdahale etmemiz Rus füze ve uçaklarının tehdidi nedeniyle imkansız hale gelmiş görünüyor. Türkiye haklı olarak tek başına Rusya ile silahlı bir çatışmaya girmek istemiyor. Müttefiklerimiz ABD ve NATO ise beklediğimiz desteği vermekten kaçınıyorlar. Türkiye’nin çıkarlarını koruma adına Rusya ile sorun yaşamak istemiyorlar.

 

GÖMLEĞİN İLK DÜĞMESİ YANLIŞ İLİKLENİNCE

 

Kürtlerin Suriye’de kısa zamanda elde ettiği kazanımlar, PYD’nin uluslararası pozisyonu PKK’yı cesaretlendirdi ve şımarttı. Hedeflerine daha kısa zamanda ulaşabilecekleri umudunu doğurdu. 6-7 Ekim 2014’te Kobani’deki çatışmaların bahane edilerek Güneydoğu ve Doğu’da birçok şehirde yapılan kitlesel eylemler PKK’nın ajandasında bulunan halk ayaklanması (serhildan) denemesidir. Bu olaylar etnikçi-ayrılıkçı Kürtçülük hareketinin ne kadar hazırlıklı ve organize olduğunu göstermiştir. Devlet, bu tarz bir kalkışmaya karşı yeterli ve kararlı hazırlığının olmamasından dolayı üç gün boyunca zor durumda kaldı; kamu otoritesi ciddi şekilde sarsıldı. Olayların durdurulması için Öcalan’ın devreye sokulmasına ihtiyaç duyulması elem verici bir durumdur; utanç vericidir.

 

Hükümet bu olaylar vesilesi ile PKK’nın bölgedeki etkinliğini hangi çizgiye getirdiğini görmek ve Öcalan’ın pozisyonunu değerlendirmek yerine, İmralı üzerinden yürütülen görüşmeleri sürdürmeyi tercih etti. 28 Şubat 2015’te Dolmabahçe’de biri Başbakan Yardımcısı üç Bakan, AKP Grup Başkan Vekiliyle HDP’li yöneticilerin yaptıkları toplantıyla bu ilişkiler zirve yapmış oldu. Dolmabahçe’deki tablo Hasip Kaplan’ın ifadesi ile iki buçuk yıldır sürdürülen görüşmelerin önemli bir aşamasıdır.

 

Bu toplantının hem görünümüyle hem de Öcalan’ın mektubunun içeriği ile son derece yanlış olduğu, devletin bu isteklerini yerine getirmesi durumunda inisiyatifin örgütün eline geçeceği üç hafta sonra fark edildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan 21 Mart’ta yaptığı açıklamada ‘Dolmabahçe Projesi yanlıştı. O toplantıda Başbakan Yardımcısı ile o grubun resim vermesini de doğru bulmuyorum’  diyerek görüşme trafiğini sonlandırdı. Cumhurbaşkanı’nın bu müdahalesi aslında önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 2009 Haziran ayı başlarında ‘iyi şeyler olacak’ sözleriyle başlatılan, değişik adlarla altı yıldır sürdürülen ‘çözüm süreci’ nin yanlışlığının, yürümediğinin görülmesi anlamına geliyordu. Başka bir ifadeyle, gömleğin ilk düğmesi daha baştan yanlış iliklendiğinden proje başarılı olamamıştı.

 

Gecen altı yıl zarfında başta Öcalan olmak üzere örgütün üst yöneticileriyle neler konuşulduğunu sınırlı sayıdaki devlet görevlileriyle hükümet yetkililerinden başka kimse bilmiyor. Ancak bazı hususlarda mutabakata varıldığı, devletin bazı adımlar atması karşılığında PKK’nın eylemleri durdurmak hatta sınır dışına çekilebileceği işareti verdiği anlaşılıyor. Bu cümleden olarak son birkaç yıl zarfında çeşitli yasal düzenlemeler yapıldı. Büyükşehir Yasası ve Müzakere Çerçeve Yasası çıkarıldı. Ceza Kanunu’nun terörle ilgili maddelerinde önemli değişiklikler yapıldı, KCK tutuklularının salıverilmesi sağlandı. Kürtçe’yi ve Kürt kimliği ifadesini engelleyen mevzuat tümüyle değiştirildi. Kürtçe TV kanalı kuruldu. Dönemin Başbakanı Erdoğan yeni anayasa çalışmalarının gündemde olduğu günlerde 29 Mart 2013’deki konuşmasında ‘gelişmiş ülkeler eyalet sisteminden korkmazlar’ diyerek ve Osmanlı Devleti’nde Kürdistan, Lehistan eyaletlerinin olduğunu söyleyerek daha ileri adımlar atılabileceğini işaret etti. Gene aynı dönemde Öcalan’ın 2013 Nevruz’unda Diyarbakır Meydanı’nda okunan mesajında ‘silahlı direniş dönemi bitmiştir’ demesi, PKK’nın sınır dışına çıkma konusunu görüşmek üzere olağanüstü kongre yapmasını istemesi Hükümet tarafından sürecin başarısı ve sorunun çözülmek üzere olduğu şeklinde yorumlandı. Fakat PKK bu iyimser değerlendirmelerin aksine, çekilmek bir yana hedeflerine ancak uzun süreli bir ‘devrimci halk savaşı’ yoluyla ulaşma kararından geri adım atmadı. Nitekim Öcalan’ın mesajının üzerinden çok geçmeden KCK adına açıklama yapan Cemil Bayık her zamanki gibi devleti gerekli adımlar atmamakla suçladıktan sonra çekilmeyi durdurduklarını ilan etti.

 

Hükümet’in ve süreci yönetenlerin en büyük yanlışı silahın PKK için ne kadar önemli olduğunu, hatta ontolojik bir anlam taşıdığını, örgütün stratejilerini bunun üzerine kurduğunu görmek istememeleridir. Oysa PKK hem Kandil’deki elebaşları hem de siyasi sözcüleriyle bunu her zaman açıkça ifade etti. Görüşmelerin sürdürüldüğü yıllar boyunca, bir yandan masada pazarlık yaparken, diğer yandan bütün gücüyle şehirlere silah ve patlayıcı yığdı. Zamanını kendilerinin belirleyeceği ‘devrimci halk savaşı’ için hazırlık yaptı. Son birkaç aydır yürütülen operasyonlarda ele geçirilen tonlarca patlayıcı, silah ve mühimmat, evlerin açılan tünellerle birbirine bağlanması, hazırlanan hendekler ve barikatlar PKK’nın bu ayaklanma girişimine ve şehir savaşına ne kadar ciddi hazırlandığını, buna karşılık meydanın nasıl boş bırakıldığını ortaya koymaktadır.

 

SİLAH YIĞINAĞI BİLİNMESİNE RAĞMEN

 

Terör örgütü 2005’ten itibaren esaslarını Öcalan’ın belirlediği KCK sistemini hayata geçirmeye, devletin bütün fonksiyonlarını yapacak tarzda kendi organizasyonunu kurmaya, kamu otoritesinin yerine geçmeye çalıştı. Aslında devletin istihbarat görevlileri bu gelişmeleri yakından izliyor, ne olup bittiğini hükümete iletiyorlardı. Mesela 2013 İlkbaharında İçişleri Bakanlığı’na sunulan bir raporda çatışmasızlık dönemini fırsat bilen terör örgütünün şehir merkezlerinde yapılanmaya gittiği, PKK kamplarında eğitim alan bir çok elamanını şehirlere yerleştirerek Yurtsever Devrimci Gençlik hareketi ‘YDG-H’ adı altında örgütlediği, şehir merkezlerine ağır silahlar, patlayıcılar, roketatarlar soktuğu anlatılıyor ve ‘2013 yılında kuruluşunu tamamlayan YDG-H PKK’nın dağ kadrosundan teslim olan örgüt üyelerinden oluşturuldu. Polis teşkilatı gibi bir yapılanmaya giderek asayiş ekibi, istihbarat birimleri kurarak, kontrol ettiği bölgelerde denetimler yaptığı, sözde mahkemeler kurarak yargılamalara gittiği, yol kesip kimlik kontrolleri yaparak sözde asayiş sağladığı, vatandaşı baskı altına alarak anlaşamamazlık durumunda güvenlik birimlerine değil de kendilerine başvurmaları yönünde çalışma ve faaliyet yürüttükleri, ölüm fedai timi, intikam tugayları kurulduğu, aralarında hiyerarşik yapıya gittikleri, bütünüyle kendisinin hakimi olduğu sözde bağımsız bölgeler oluşturmak için polislerin hedef alındığı’ bilgisi iletiliyordu.

 

Bu gibi bilgiler yetkili makamlara devamlı iletilmesine rağmen çözüm sürecinin zarar görebileceği, çatışmasızlık ortamının bozulacağını mülahazasıyla askerin ve polisin yasalarda belirtilen görevlerini yapmaları istenmedi. Güvenlik politikalarının başarısızlığının anlaşıldığı gerekçesiyle kışlalarda, karakollarda tutuldular. Operasyon yapma yetkisi tümüyle valilere bırakıldı. Valiler yukarıdan aldıkları sözlü telkin ve talimatlara uyarak devlete ait olması gereken kamu otoritesinin KCK tarafından işlemez hale getirilme girişimlerine, silah yığınağı yapılmasına genellikle seyirci kaldılar. Geçen Temmuz ayında çatışmaların başladığı günlerde gerek Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gerekse Başbakan Davutoğlu’nun çatışmasızlık ortamının sürmesi için Valilere “müdahale etmeyin” talimatı verildiği anlamına gelen açıklamaları, sonradan düzeltilmeye çalışılsa bile, yaşananların özeti sayılabilir.

 

Sonuçta PKK-KCK kendisini bile şaşırtan müsamaha ve toleranstan azami şekilde yararlanarak bir başkaldırı için gerekli bütün hazırlıkları yapmaya fırsat buldu.

 

07 Haziran seçimlerinde örgütün siyasi kolu olan HDP’nin 5 milyondan fazla oy alarak 80 milletvekiliyle Meclis’e girmesine rağmen saldırıların başlatılması, PKK’nın hedefine savaşarak ulaşacağı yolundaki kararlılığını bir kere daha ortaya koydu. Bunun yanı sıra, karar ve irade merkezinin Kandil’de olduğu, bazı çevrelerin beklentilerinin aksine HDP’nin inisiyatif kullanma imkânının bulunmadığı görüldü.

 

PKK ULUSLARARASI BİR PROJE

 

PKK’nın nihai amacı bellidir. Esaslarını Öcalan’ın belirlediği KCK sözleşmesinde vurgulandığı gibi “Demokratik Konfederalizm” adıyla bağımsız bir Kürt devleti kurmak istiyor. Bunu bir hamlede gerçekleştirme şansının olmadığını gördüğünden, aşamalı olarak inşaya çalışıyor. Demokratik özerklik yahut “özyönetim” ilanları projenin ilk ayağıdır. Çözüm süreci döneminde alt yapısını büyük ölçüde oluşturduğu bu sistemi resmileştirmek maksadıyla pilot bölge olarak belirlediği iki il merkeziyle ilçelerinde geçen Temmuz’dan bu yana eylemlerini yoğunlaştırdı. Bir yandan halkı da arkasına alarak Devlet’i çaresiz duruma düşürmeye, isteklerini kabul edecek noktaya getirmeye çalışırken, diğer yandan uluslararası toplumun dikkatini çekerek, dayanışma halinde olduğu dış güçlerin “arabulucu” kimliğiyle devreye girmelerine elverişli bir ortam hazırlamak istiyor.

 

1000 küsur akademisyenin imzasıyla yayınlanan bildiri ve buna verilen destekler, PKK’nın sıradan bir terör örgütü olmadığını, Pan-Kürdist hareketin hem Türkiye içerisinde hem de dış dünyada, kendilerini sol, liberal ve demokrat olarak tanımlayan çevrelerde geniş bir taban edindiğini gösterdi. Bunlar PKK’yı terör örgütü görmüyorlar: “PKK terör örgütü değil, bir savaş örgütü. Kürtlerin hak ve özgürlüklerini savaş yöntemiyle kazanmaya çalışıyor” (Nuray Mert-Cumhuriyet Gazetesi). Meseleye bu açıdan bakınca Devletin PKK’ya karşı yürüttüğü operasyonları haksız buluyorlar; kırım ve katliam ilan ediyorlar. Durdurulmasını, PKK ile masaya oturulmasını, isteklerinin yerine getirildiği bir anlaşmanın yapılması için bastırıyorlar. Bunu yaparken PKK’ya toz kondurmamaya özen gösteriyorlar.

 

DEVLET BU DEFA KARARLI OLMALIDIR

 

Temmuz ayından bu yana, PKK-KCK’ya karşı son yılların en kararlı operasyonları yapılıyor. Güvenlik güçlerimiz, askerimiz ve polisimiz  canlarını ortaya koyarak teröristleri etkisiz hale getirmeye çalışıyor. Bu kolay olmuyor; çünkü PKK’lılar Kobani’den kazandıkları deneyimlerden yararlanarak değişik yöntemler kullanıyorlar. Güvenlik güçlerimiz, sokak savaşı yapmak üzere eğitilen, patlayıcı yapma ve tuzaklama teknikleri öğretilen militanların yerleştiği, kale gibi tahkim ettiği evleri, barikat ve hendeklerle doldurulan sokakları temizlemek için adım adım ilerlemek zorunda kalıyor. Bunu yaparken halkın zarar görmemesi için büyük çaba harcıyor. PKK’lılar ağır kayıplar vermelerine rağmen, Kandil’in talimatlarına uyarak direnmeye çalışıyorlar. Bu şehirlerin harabe haline gelmesini, insanların perişan olmalarını, evlerini terk etmek zorunda kalmalarını umursamıyorlar. Hatta bu ortamı kendilerine kitlesel destek kazandıracağı ümidiyle yararlı buluyorlar.

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu, operasyonların terör örgütünün silahlarını bırakıp eylemlerini durduruncaya kadar sürdürüleceğini defalarca açıkladılar. Devletin bu tavrı önemlidir. Çünkü PKK’yı terör örgütü saymayan belirli iç ve dış çevrelerin tavsiyelerine uyularak operasyonların 2012’de yapıldığı gibi, bu aşamada durdurulması terör örgütünün işine yarar. Kısa zamanda toparlanıp kaldıkları yerden devam ederler. Kaldı ki PKK eylemlerini durdurmak bir yana, havaların ısınmasıyla birlikte daha geniş alanlara, hatta Batı bölgelerine yaymaya niyetli görünüyor. Ancak Suriye’deki kazanımlarını ve konjonktürel avantajlarını riske sokacak topyekün bir savaşı göze alması beklenemez. Kandil nasıl bir yol izleyeceği hususunda, ilişki içerisinde oldukları Washington, Moskova ve Tahran gibi merkezlerin telkinlerini de dikkate alacak, buraların vereceği desteği hesaba katarak yol haritasını belirleyecektir.

 

Türkiye’nin bundan sonra izleyeceği politikalar, Cumhuriyet döneminin bu en ağır sorununun akıbeti açısından büyük önem taşıyor. Devletimizin bekasının, güvenliğinin ve bütünlüğünün söz konusu olduğu çok kritik bir dönemden geçiyoruz.

 

PKK terörü ve Pan-Kürdist hareket, Ortadoğu’daki dengelerin değişmesine, yeni jeopolitik oluşmasına paralel şekilde farklı bir evreye girmiş bulunuyor. Toplumsal, politik ve psikolojik ortam on yıl öncesinden çok farklıdır. Etnik fitnenin geçersiz kılınması için, bu tabloyu doğru okumak, geçmiş dönemlerde yaşananlardan gerekli dersleri çıkarmak, yeni şartlara uygun yeni politikalar, yöntemler belirleyip kararlılıkla uygulamak zorundayız.

 

PKK terörü ve etnik fitne elbette sadece güvenlik politikalarıyla önlenemez. Ama ayaklanma girişiminin, terörün minimize edilmesinin “olmazsa olmazı” önceliği başarılı bir güvenlik politikasının varlığıdır. Bunun önemsenmemesinin, hatta gereksiz görünerek askıya alınmasının nelere yol açtığını artık herkes görüyor. Başbakan Davutoğlu geçen Temmuz ayında “kamu otoritesi yeniden kurulacaktır” derken aslında çözüm süreci sırasında güvenlik önlemlerinin frenlenmesinin yol açtığı “kamusal zaafı”,PKK’nın oluşan boşluktan yararlanıp kendisini devletin yerine ikame edecek duruma gelmiş olmasını işaret ediyordu.

 

Bazıları sıkça eleştirseler de, 90’lı yıllarda yürütülen etkili operasyonlarla PKK’nın çok zor durumda kaldığı dönemler olmuştu. Ancak özellikle 96’dan sonra ve Öcalan’ın İmralı’ya getirildiği sıralarda, hatta 2012’de oluşan elverişli ortamdan yararlanılamadı. Güvenlik güçlerinin sağladığı bu ortamı kalıcı hale getirecek, derinleştirip daha ileriye taşıyacak kapsamlı politikalara ve konsept değişikliğine ihtiyaç olduğu fark edilemedi. Soruna sanki sadece askerin ve polisin göreviymiş gibi bakıldı. İşbaşındaki hükümetler terör olaylarının durma noktasına gelmesini sorunun çözüldüğü şeklinde yorumladılar. Geleceğimizi inşa edecek politikalar belirleme külfetine girmediler yahut beceremediler.

 

MÜCADELE EYLEM PLANI GÜVEN VERİCİ BİR MESAJ MI?

 

Başbakan Davutoğlu’nun açıkladığı “Terörle Mücadele Eylem Plânı”nın 2009’dan 2015’e kadar değişik adlarla uygulanan ve başarısızlığı anlaşıldığından rafa kaldırılan çözüm politikasından bazı farklılıkları var. Bir kere meselenin güvenlik ve asayiş ayağının önemi fark edilmiş görünüyor. Öcalan ve Kandil ile sürdürülen görüşmelerin PKK’yı Kürtlerin temsilcisi konumuna getirmesinin yanlışlığı anlaşıldığından, bundan sonra elinde silah bulunduranların muhatap alınmayacağı belirtiliyor.  “İstihbarat faaliyetleri ile gelişmelerin kontrolü sağlanacaktır” denilerek, bir başka eksiğin telafi edileceği ifade ediliyor.

 

Master plânda yer alan ve bölge halkının çatışmalardan dolayı uğradıkları zararların giderileceği, yıkılan binaların, evlerin onarılacağı, ekonomik ve sosyal kalkınma projelerinin uygulanacağı, kamu kaynaklarının yerinde kullanılmasını sağlayacak denetim mekanizmasının kurulacağı gibi hususlar doğru bir yaklaşımdır. Çünkü bölge halkı diken üstündedir. Mağduriyetlerinin giderilmesi hususunda ciddi adımlar atıldığını gördüğü ölçüde “dışlanmışlık” duygusundan, örgütün propaganda ağına takılmaktan kurtulacaktır. Hayatın durma noktasına geldiği, evlerin oturulamaz durumda olduğu şehirlerde yaşayan insanların, devletin güçlü ve kararlı kimliğinin yanında, şefkatli ve hadim tarafıyla muhatap olması elzemdir. Çünkü PKK ve destekçileri yaşananların sorumlusu ve suçlusu olarak Devlet’i göstermek istiyor;  böylelikle tabanını genişleterek, taraftarını çoğaltarak eylemlerine desteğini sağlamak üzere yoğun çaba harcıyor.

 

Mücadele Eylem Plânı’nın bu olumlu yanlarına rağmen, sorunun önemiyle ve ciddiyetiyle orantılı mükemmelliyette olduğu, gelecekle ilgili güven verici bir mesaj anlamı taşıdığı söylenemez. Açıklamanın büyük bölümünü soyut ve romantik ifadeler, içi doldurulmamış kavramlar, rahmetli Erbakan’ı hatırlatan tahayyüller oluşturuyor. Türkiye’nin bekasının söz konusu olduğu günümüz ortamında “Ortadoğu’da kapsamlı birleştirici ruh hareketi başlatacağız” ifadesi, “Kut’ül Amare - Sykes-Picot” hesaplaşmasından bahsedilmesi plânın masa başında aynı zihin ve düşünce dünyasından insanlar tarafından aceleyle hazırlandığı kanaatini güçlendiriyor.

 

Terör dahil, bugün pek çok sorunumuzun kaynağını oluşturan eğitim meselesine  değinilmemiş olması ciddi bir eksikliktir. PKK yıllardan beri bölgedeki okullarda ideolojisine uygun bir eğitim verilmesi için her türlü baskıyı yapıyor. Öğretmen ve idarecilerin taraftarlarından olmasına çalışıyor. Öğretmenleri korkutup sindirerek eğitimi yönlendirmek istiyor. Benzer durum üniversitelerde de yaşanıyor. PKK sadece bölgede değil, radikal sol unsurlarla ortak hareket ederek, Batı’da birçok üniversitede benzer şeyleri yapıyor. Cumhuriyetin başkentinde Hukuk, Siyasal Bilgiler ve Dil Tarih Fakültelerinde, Hacettepe ve ODTÜ’de bu etnik-ideolojik gruplar ortamı terörize edebiliyorlar. Plânda bu önemli konunun yer almaması, PKK’nın ve radikal solcuların genç nesilleri kazanma girişimlerinin önemsenmediği anlamına geliyor. Oysa terörle etkili bir mücadele yapılabilmesi için, önce terörist üreten, militan ve aktivist yetişmesine zemin hazırlayan şartların düzeltilmesi yani “bataklığın kurutulması” gerekir.

Okullarımızda bayrak, vatan, millet, Türkçe gibi bizi millet olarak bir arada tutan temel değerlerimizin öğretilmesine, sevdirilmesine, benimsenmesine gereken önem verilmiyorsa, milli marşın okunmasına ihtiyaç duyulmuyorsa, kozmopolitan nesillerin yetişmesinden huzursuz olmak bir yana, bu durum normal sayılıyorsa, gençlerin zihinlerinde ve yüreklerinde oluşan boşluğun Kürtçüler ve radikal solcular tarafından işgali kolay hale gelir. Türkiye’de ilkokuldan üniversiteye kadar, eğitimin her kademesinde hem temel milli değerler hem de bilimsel kalite ve ciddiyet bakımından derin bir kriz yaşanıyor. Ama ne yazık ki yetkililer terör olayları kadar önemli olan bu tabloyu görmek istemiyorlar.

 

Mücadele Plânı’ndaki bir başka eksiklik yerel yönetimler konusunda göze çarpıyor; mesele tek cümleyle geçiştiriliyor. Yapılan bütün uyarılara rağmen çıkarılan Büyükşehir Yasası başta olmak üzere yerel yönetimlerle ilgili mevzuat değişikliklerinde bölgenin özellikleri dikkate alınmadı; büyük yanlışlar yapıldı. PKK’nın siyasi kanadı olan partilerden seçilen yönetimler, belediyeleri örgütün şubesi haline getirdiler. Bugün esas mesele yerel yönetimlerin yetkilerinin daha da genişletilmesi değil belediyeleri örgütün işlevi yapan organlar olmaktan çıkarıp, imkânlarını yasalar çerçevesinde halka hizmet vermelerini sağlayacak bir düzenlemenin yapılmasıdır. Bu yapılmadıkça PKK-KCK’nın şehirlerdeki yapılanmasının engellenmesi mümkün olmaz.

 

Plânda bölgedeki camilerin durumuna da değinilmiyor. Toplumsal beraberliğin, ortak yaşama iradesinin güçlendirilmesi hususunda camilerden ve din görevlilerinden mutlaka yararlanılmalıdır. Bu topraklarda insanları bin yıl bir arada tutan kardeşliğin çimentosu olan inanç temelli manevî bağların canlandırılarak, bölgede medeniyet ikliminin yeniden yaşanması sağlanmalıdır. Bu açıdan halkla doğrudan ilişkisi olan valiler, kaymakamlar başta olmak üzere, öğretmenler, doktorlar, sağlık personeli v.b. görevlilerin aktif, çalışkan, sosyal ilişki kurma becerisi olan, misyon bilincine sahip insanlardan seçilmesine özen gösterilmelidir.

 

Bütün bunların yanı sıra, on maddelik Eylem Plânı’nın ötesinde yeni anayasa yapılırken AK Parti’nin temel ilkeler konusunda, devlet felsefesi anlayışında takınacağı tavır büyük önem taşıyor. Siyasi İslâmcılık, klâsik milli görüşçü bir bakış açısıyla, kozmopolit bir yaklaşımla milli kimliğin vurgulanmasını sakıncalı sayan, milli değerlerden arındırılmış nötr bir anayasa yapılırsa, Türk milleti gerçeği inkâr edilerek “Türkiye toplumu” adıyla mozaik bir toplum oluşturmaya kalkışılırsa ne etnik fitne ve bölücü girişimler (Pan-Kürdist Hareket) önlenebilir, ne de Devlet’in bütünlüğü korunabilir. Tarihi bir felaketin kapıları anayasa üzerinden ardına kadar açılmış olur.

 

Hükümet icraatlarında yapılan yanlışlar “çözüm süreci”nde olduğu gibi sonradan telafi edilebilir. Ama Devlet’in kuruluş senedi anlamına gelen, milli bir sözleşme niteliği taşıması gereken anayasa yani yasaların omurgası olan “Esas Teşkilat Kanunu” sakatlanırsa düzeltmek çok pahalıya mal olur.