Menfur Darbe Girişimi ve Sonrası

Türkiye Cumhuriyeti ve demokrasimize karşı 15-16 Temmuz gecesi son derece haince, alçakça ve canice bir darbe girişimi yapılarak yönetime el konulmak istendi. Milletimiz ve Devletimiz tarihi bir facianın eşiğinden döndü. Darbe girişimi sabaha kadar süren çatışmalardan sonra bastırılmasaydı, tasavvuru bile ürperten feci gelişmelerin yaşanması kaçınılmaz hale gelecekti. Irak ve Suriye’de yaşananların benzeri ülkemizde de sahnelenecek, devletin varlığı, gücü tartışılır hale gelecek, anayasal sistem çökecek, oluşacak sosyal siyasal ve ekonomik kaosla birlikte, halen bastırılmaya çalışılan etnik ve dini terör eylemleri azgınlaşacak, iç savaşa dönüşecekti.

 

Belli dış merkezlerin BOP ve benzeri projeler kapsamında yerli işbirlikçileriyle birlikte yıllardan beri uygulamaya koymak istedikleri bu senaryo, Türk Milleti’nin kararlı direnişinin neticesinde tutmadı. Doğrudan milli varlığımıza yönelik bu saldırı püskürtüldü. Mustafa Kemal Paşa’nın 1919 da Amasya’da tamiminde belirtiği  ‘’Milletin Azim ve Kararlılığı’’ nın anlamı ve önemi bir kere daha tekrarlanmış oldu.

 

Türkiye’de 27 Mayıs 1960 darbesiyle birlikte, 22 Şubat 1962, 21 Mayıs 1963, 9-12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 de beş defa tekrarlanan askeri darbelerden bazıları sonuca ulaştı. 62 ve 63’deki girişimler ise bastırıldı, elebaşları durumundaki Talat Aydemir ve Fethi Gürcan idam edilerek cezalandırıldı. Ancak bunların hiç birinde 16 Temmuz girişiminde olduğu gibi, Türkiye Büyük Millet Meclisi başta olmak üzere, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi, Başbakanlık, Genelkurmay Başkanlığı, MİT, Emniyet Müdürlükleri ve Kamu Kurumları havadan bombalanacak kadar alçakça, canice saldırıya maruz kalmadı. Emniyet Özel Kuvvetler Merkezinin bombalanıp 50’ye yakın emniyet görevlisinin şehit edilmesi, Meclisin toplantı halindeyken bombalanması tam bir cinnet halidir, caniliktir.

 

 

Anayasa ve yasalarda belirtilen görevlerini yapan polislerimize ateş açarak, güvenliklerini sağlamaya memur edildikleri komutanlarına silah çekip enterne ederek, tankları halkın üzerine sürerek çılgınca emellerine ulaşmak isteyen bu bedhahlar, tarihimize kara bir leke olarak geçmişlerdir. Teröristlere karşı omuz omuza mücadele vermek durumunda oldukları polislerimize saldırarak asker-polis düşmanlığı oluşturduklarını düşünemeyecek derecede tam bir akıl tutulması yaşadıklarını gösterdiler.

 

Ülkemizde daha önce yaşanılan darbelerden farklı olarak, gerek milletimiz gerekse emniyet güçlerimiz ve sorumluluklarının bilincinde olan askerlerimiz bu girişime karşı etkili şekilde direndiler. Bu sırada özel televizyon kanalları Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın, hükümet üyelerinin muhalefet liderlerinin ve darbe karşıtı komutanların demeçlerini duyurmak suretiyle son derece yararlı neşriyat yaptılar. Bu milli direnişin sonucu olarak darbeciler belirledikleri hedefleri ellerine geçiremediler. Alan hâkimiyetini sağlamak üzere caddelere ve meydanlara gönderilen tanklar, halkımızın bedenleriyle oluşturduğu barikatları aşamadı. Kalabalıkların içerisinde çaresiz halde hareketsiz kaldılar.

 

Türk Milleti Cumhuriyetimize ve demokrasiye karşı yapılan saldırıya Alman Anayasası’nda olan ama anayasamızda zikredilmeyen ‘’direnme hakkı’’nı kullandı. Böylece bütün dünyaya bu tarz gayri meşru girişimlere karşı neler yapılabileceğinin örneğini vermiş oldu.

 

Bahçeli’nin ve Kılıçdaroğlu’nun darbe girişiminin ilk saatlerinde hükümetin yanında, darbenin karşısında olduklarını belirten demeçleri, yaptıkları konuşmalar, ertesi gün Meclis’ in olağanüstü toplantısında yaptıkları konuşmalar ülkemizin geleceği ve milli bütünlüğümüz açısından son derece yararlı ve anlamlı tavırlardır.

 

Tarihi bir problemin çok daha yıkıcı hale gelmeden savuşturulmasında büyük etkisi olan bu siyasi tablonun, toplumsal iktidar ve muhalefet arasındaki bu diyalogun sürdürülmesi, bazı temel sorunların aşılmasını kolaylaştıracaktır; ihtiyaç duyulan toplumsal huzur ve istikrarın oluşmasını sağlayacaktır.

 

Demokrasimizin önemini, değerini bilerek, onun siyasi polemiklerle, hırslarla zedelenmesine izin vermeyerek ülkemizin ve milletimizin bekasını, toplumsal huzuru ve güvenliği teminat altına almalıyız. Anayasamızın değiştirilmesi bile teklif edilmeyecek giriş bölümünde yer alan ‘’Türkiye Cumhuriyeti Demokratik, Laik, Sosyal bir Hukuk Devletidir’’ maddesi devletimizin dayandığı ve titizlikle korumak zorunda olduğumuz esasları belirtir. İktidarıyla ve muhalefetiyle tüm siyasi merkezilerin ve politik aktörlerin devletin varlığı ve bekası açısından bu esaslara özen göstermeleri ve topluma örnek olmaları elzemdir.

 

Türkiye’yi uçurumun kenarına getiren bu menfur darbe girişimi üzerinde herkesin serinkanlılıkla düşünmesi, nedenlerini doğru ve gerçekçi bir şekilde değerlendirmesi gerekmektedir. Toplumsal bağların gevşediği kitleler arasında duvarlar, hatta husumetler oluştuğu, millet kimliğine aidiyet hissi yerine parti, cemaat, tarikat, etnisite ve mezhep aidiyetlerinin giderek öne çıktığı bir dönem yaşıyoruz. Liberal, sol ve ümmetçi-islamcı aydınlarımız milli kültürü Türk kimliğini ve tarih bilincini kozmopolit-evrenselci bir yaklaşımla gereksiz hatta zararlı sayıyorlar. Eğitim ve kültür hayatında, müfredattan tasfiye ederek, modernlik ve çağdaşlık adına nötr bir eğitim düzeni kurmak maksadıyla ellerinden gelini yapıyorlar.

 

Bu zihniyetin etkili olduğu eğitim ortamında yetişen bir gencin, milli ve manevi değerleri önemseyen milli bilinç sahibi bir insan olması, şahsiyetini geliştirmesi genellikle okulun dışında aile ve çevre şartlarına bağlı kalıyor. Böylece devlet, öğrenim konusunda en kritik dönem olan temel ve orta eğitim sürecinde gençleri kendi kaderlerine terk etmiş oluyor. Dini cemaatler ve tarikatlar devletin boş bıraktığı bu alanı yıllardır diledikleri ölçüde kullanıyorlar bu grupların her biri sistemli şekilde okullar, yurtlar, dershaneler açarak becerileri ve gayretleri ölçüsünde genç beyinlere nüfuz etmeye çalışıyorlar. İnsanın fıtratı gereği en duyarlı yanı olan manevi dünyasına, mistik eğilimlerine hitap ettiklerinden, etkili oluyorlar, çoğalıyorlar.

 

Kişiliğini bu tarz bir merkeze teslim eden, aklını ve vicdanını oraya rehin bırakan, bulunduğu cemaatin kültürel ve sosyal ortamına bağımlı hale gelen bu gençlerin robotlaşmasının en önemli nedeni eğitim alanında hüküm süren bu başıboşluğa önlem almayan, hatta bunu normal sayan siyasi iktidarlardır. Eğitim bakanlığının adının başında yer alan ‘’Milli’’ sıfatının anlamı doğru algılanıp gereği yapılmadıkça, bugün gündemde olan cemaat grubu etkisiz hale getirilse bile, onun yerine geçmek üzere yarışan başka ‘’asabiyeler’’ ortaya çıkacaktır; bunlarda devlet hiyerarşisinden bağımsız kendi hiyerarşik düzenlerini etkili kılmaya çalışacaklardır.

 

Darbe girişiminin önlenmiş olması tahribatın çok daha vahim boyutlara ulaşmasını engelledi; ama önümüzde vakit geçirmeden çözülmesi gereken çok ciddi sorunlar bulunuyor. TSK bu girişimden ağır bir darbe aldı. Moral ve itibarı ciddi ölçüde zedelendi. 2009 da ki davalar sürecinde yapılan tasfiyelerden kaynaklanan boşluklar tam olarak doldurulmadan bunlara komuta kademelerinde yenileri eklendi. Bu durumun terörle mücadelede zafiyet doğurmaması için acil önlemlere ihtiyaç var. Diğer yandan askerin moral motivasyonunun güçlendirilmesi, göz bebeğimiz olan silahlı kuvvetlerin saygınlığının, onurunun özenle korunması elzemdir.

 

Türkiye Cumhuriyeti’ne anayasal düzene, demokrasimize karşı yapılan bu saldırının sorumluları, failleri yargılanırken, bunun evrensel hukuk kuralları çerçevesinde yapılması, bu hususa yargılamanın her safhasında özen gösterilmesi icap ediyor. Çünkü verilecek hükümlerin her açıdan tarihi bir anlamı olacaktır. Bu olmadığı yahut eksik kaldığı zaman nasıl sonuçlar doğuracağını Yassıada mahkemeleri döneminde yaşadık.

 

Kimse bu kritik dönemde iktidara şirin görünmek için durumdan vazife çıkarmaya, kendini yetkili sayarak infaz yapmaya çalışmamalı; buna yeltenenlere anında engel olunmalıdır. Bir başka önemli husus mevcut ortamda yaşanması muhtemel muhbirlik sorunudur.

 

Kamu kurumlarından, bürokrasiden, üniversitelerden ayıklama yapılması adına ihbar yapılmasını istemek çok sakıncalı bir tutumdur. Devletin kendi imkân ve kaynaklarıyla doğru ve gerçekçi tespitler yapması yerine, bunu görevi ve sıfatı olmayan insanlardan istemek muhbirlik kampanyasına yol açar. Bulunduğu kurumda bazı çalışanlara şahsi yahut fikri nedenlerle karşı olan, onun tasfiyesini sağlayarak kendine yer açılmasını düşünen birçok insanın ihbarcı haline gelmesi, iftiracı olması kaçınılmaz hale gelir. Bu durum bir taraftan mağduriyetlere, haksızlıklara yol açarken, diğer yandan çok tehlikeli kutuplaşmalar, düşmanlıklar oluşturur. Başbakan Binali Yıldırım’ın silahlı kuvvetlerin yıpratılmaması gerektiğine ilişkin demeçleri, meydanlarda toplanan insanlara itidal çağrısı olumlu bir tavırdır. Bütün yetkililerin bu üslubu benimsemeleri Türkiye’nin huzuru ve geleceği açısından şarttır. Sokak gösterileri tadında bırakılmadığı takdirde, darbe gecesi herkesin takdirini toplayan ‘’Milli Direniş’’ hareketi anlamından uzaklaşır; siyasi bir hesaplaşmaya ve toplumsal huzursuzluklara yol açar. Türkiye’nin bugün en fazla ihtiyacı olduğu şey, basirettir, itidaldir, aklıselimdir. Ve belki de hepsinden önemlisi hukuk devletinin ve demokrasinin kâmil anlamda varlığıdır.