Başkan Trump – Alışılmış Dışında Siyasi Bir Kişilik
Amerika Birleşik Devletleri’nde genel tahminlerin aksine Donald Trump’ın başkan seçilmesi sıradan bir olay değildir. Dünya’da küreselleşme ve neo-liberal politikalara karşı özellikle son yirmi yılda oluşan tepkiler, Amerikan seçmeninin bu tercihiyle sandığa yansıdı. Beyaz Saray’da Ocak ayından itibaren alışılmış başkan profilinden farklı bir yapıya, üsluba, siyaset tarzına ve kültüre sahip yeni bir başkan tipolojisi geçerli olacak.
Trump’un başarısı toplumun kısa vadeli beklentilerine, sokaktaki insanın endişelerine, günübirlik sıkıntılarına çözüm vadeden, popülist siyaset anlayışının zaferi sayılabilir. Seçim kampanyası süresince otoriter bir üslupla dillendirdiği ekonomik, politik ve sosyal politikaları henüz uygulamaya başlamadan ortaya çıkan tablo, Trump döneminin sadece ABD içerisinde değil, küresel düzeyde mevcut dengeleri köklü şekilde etkileyeceğini gösteriyor.
Adaylığı Birleşik Devletler’in medyasında, aydınlar arasında, iş dünyasında başından itibaren ciddiye alınmayan, Cumhuriyetçi Parti içerisinde bile tepkiyle karşılanan, kamuoyu araştırmalarında şans tanınmayan Trump’un seçimi kazanmış olması her açıdan incelenmesi gereken bir olaydır. Bu sonucu öncelikle Amerikan toplumunun son dönemlerde içine düştüğü sosyopolitik şartların, ekonomik sorunların psikolojik yansıması olarak değerlendirmek gerekiyor.
Birçok Amerikalı düşünürün ve iktisatçının 80’li yılların sonunda gelinen noktayı kapitalizmin başarısı olarak sunduklarını, neo-liberalizmin küresel bir geçerlilik kazandığını hatırlıyoruz. Bu paradigmanın değişmesinin artık mümkün olmadığını, bunun “Dünyanın sonu” anlamına geldiğini ilan eden Fukuyama gibi siyaset bilimcileri vardı. Soğuk savaşın bitmiş olması, Sovyetlerin dağılması, ABD’nin hem ekonomik, hem de politik anlamda yeryüzünün tek hegemonik gücü haline gelmesi bu görüşleri doğrulayan bir referans sayılıyordu.
ABD sahip olduğu gücün sarhoşluğu içerisinde dünya jandarmalığına kalkıştı. Neo-Con’lar, Evangelistler gibi fanatiklerle birlikte, doymak bilmeyen bir büyüme hırsına sahip olan ve ağırlığını sanayicilerin, petrolcülerin oluşturduğu büyük sermaye kesimi gözlerini Asya, Afrika ve özellikle Orta Doğu’daki yer altı zenginliklerine diktiler. Çok kaba ve saldırgan bir oryantalist yaklaşımla bu geniş alanları kontrollerine almak maksadıyla Amerika’nın askeri gücünü seferber ettiler. Geri ve ilkel saydıkları, çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu bu bölgelerin halklarına sözde demokratik değerleri ve özgürlükleri taşıdıkları iddiasıyla operasyonlar düzenlediler. Sonuçta Amerika Birleşik Devletleri’ni yönetenler, milyonlarca kilometrekarelik bu coğrafyalarda milyonlarca insanın mağduriyetine, yüz binlercesinin ölümüne, ülkelerin ve şehirlerin harabeye dönmesine yol açan faciaların mimarı, baş sorumlusu olmayı, tarih önünde lanetli hale gelmeyi, resmen ilân edilmeyen günümüzdeki Üçüncü Dünya Savaşı’nı başlatmayı başarmış oldular.
Sermayeye geniş hareket alanları, ekonomik ve ticari konularda yasal güvence ve manevra imkânları sunan, insan faktörünün hesaba katılmadığı neo-liberal politikaların, Amerikan toplumundaki travmatik etkileri başkanlık seçiminde ortaya çıktı. Toplumun bölünmüşlüğü, yaşantılarıyla ilgili şikayetleri, endişeleri kısacası “beyaz öfke” yi oya dönüştürdü. Trump’un bu sorunların nedenini kurumların ve siyasetçinin yozlaşmasından kaynaklandığı argümanı inandırıcı oldu.
Gelecek aydan itibaren hem Birleşik Devletler, hem de bütün dünya alışılmışın dışında bir kimlik ve siyasi kişilik olan Trump gerçeğiyle yüz yüze kalacaktır. Yeni başkanın izleyeceği politikaların sadece kendi ülkesinde değil bütün dünyada dalgalanmalara yol açması, ekonomik, politik ve sosyal sarsıntılar oluşturması kaçınılmaz görünüyor.
İslamafobik tavırları, yabancı düşmanlığı, ayrımcı, ötekileştirici, bencil ve aşırı derecede pragmatik bir tip oluşu gelecekle ilgili tahminler ve projeksiyonlar yapmayı güçleştiriyor.
Amerika’nın spesifik çıkarlarını esas alan, dolayısıyla ekonomik konularda millîci, içe kapanmacı, korumacı anlayışına göre yürütülecek politikaların ilk olarak Amerika’nın Çin ve Pasifik ülkeleriyle ekonomik ilişkilerinde kırılmalara yol açması kaçınılmazdır. Çin mallarına karşı gümrük vergilerinin yükseltilmesi, Amerikan pazarlarında daha çok Amerikalıların ürettiği malların satılacağı beklentisi, sanayinin gelişip işsizliğin azaltılacağı iddiaları ilk bakışta cazip görünse de, bu tutumun farklı sorunlara yol açması muhtemeldir. Çünkü yapılan bazı araştırmalarda bu popülist politikaların uygulamaya konulması durumunda kısa bir iyileşmenin ardından ticaretin azalacağı, ekonominin yavaşlayacağı, beklentilerin aksine işsizliğin artacağı ön görülüyor. Trump, vergilerde radikal indirimler vaat etti. Bunun mevcut bütçe açığına yılda en az bir trilyon dolar ekleyeceği, Amerika’nın kredi notunu kaybetmesine yol açacağı ifade ediliyor. Askeri harcamalarda, alt yapı harcamalarında artış sözü veren Trump’un, kısa vadede yüksek bütçe açığıyla karşı karşıya kalması bekleniyor.
Trump’un seçim kampanyasında ilan ettiği gibi, üç milyon civarındaki yabancıyı ülke dışına çıkarmasının, Meksika’yla mevcut duvarları daha da yükseltip Müslümanlara karşı taşıdığı olumsuz duyguları politikaya dönüştürmesinin sosyal maliyetinin ne olacağını şimdiden kestirmek mümkün değil.
Trump döneminin izleyeceği ekonomik ve sosyal politikaların, FED’in yeni faiz politikasının etkileri bütün dünyaya olduğu gibi Türkiye’ye de yansıyacaktır. Zaten son aylarda doların değer kazanması, Türk lirasının aşınmasıyla yeni dönemin etkilerini şimdiden görmeye başladık. Ama gelişmeler sadece ekonomiyle sınırlı kalmayacak, Amerika’nın dış politikasına, askerî stratejilerine yansıyacak; uluslararası ilişkilerde meydana gelecek değişimlerden biz de büyük ölçüde etkileneceğiz.
Trump Ortadoğu’da temel sorunun DEAŞ olduğuna inanıyor. Kendi liderliğinde çok daha sert bir tutum izlemeye kararlı görünüyor. NATO başta olmak üzere, ABD’nin yetmiş yıldır izlediği ittifaklar zincirini fazla önemsemiyor. Dünya liderleriyle ve özellikle Putin ile bire bir ilişkiler kurarak sorunların çok daha kolay çözüleceğini düşünüyor. Rusya ile sadece Ortadoğu’da değil, Pasifik havzasında tehlikeli bir rakip olarak gördüğü Çin’e karşı işbirliği yapmayı arzu ediyor. DEAŞ’ı temel sorun olarak algıladığından ÖSO ve diğer muhalif grupları değil, Şam rejimini tercih ediyor. Rusya’nın Suriye’deki ve Doğu Akdeniz’deki varlığından rahatsızlık duymuyor. Bu bölgede bir Kürt devletinin kurulmasını hem ABD’nin, hem de İsrail’in çıkarları adına gerekli ve elzem görüyor. Türkiye’nin bütün itirazlarına rağmen PYD-YPG’ye desteğini sürdüren Washington’un, Trump döneminde desteğini daha da yoğunlaştırması, Türkiye’nin güvenli bölge oluşturma çabalarını, Fırat Kalkanı Operasyonu’nu frenlemeye kalkışması sürpriz olmayacaktır. Çünkü Trump’ta Başkan Obama gibi Ortadoğu’daki sorunları Amerikan askerini devreye sokmadan yerel güçlerle işbirliği yaparak çözme eğiliminde.
Trump’un yakın çalışma ekibi olarak seçtiği isimler yeni başkanın izleyeceği politikaların ana hatlarını işaret ediyor. Başkan Yardımcısı Mike Pence sonradan mezhep değiştirip Evangelist olan, Cumhuriyetçilerin “çay partisi” hizbinin ideologlarından. Kendisini önce Hıristiyan sonra Muhafazakâr ve son olarak Cumhuriyetçi olarak tanımlıyor. Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak atadığı Michael Flynn İslâm karşıtı görüşleriyle biliniyor. Amerikan sisteminde özel ve etkili bir yeri olan Başkanın Özel Kalem Müdürü Reince Priebus Yunan asıllı; bundan gurur duyduğunu, bunun Allah’ın bir lütfu olduğunu ifade ediyor. CIA Başkanlığına getirilen Mike Pompeo eski bir asker ve o da çay partisinden. 16 Temmuz günü “İran da neredeyse Türkiye kadar demokratik bir ülke; her ikisi de totaliter İslâm diktatörlükleri” diyecek kadar bize karşı ters görüşleri var.
Trump uluslararası politikalarını bu “şahin” ekiple birlikte belirleyip uygulayacak. Soğuk savaş dönemi güvenlik ve askerî işbirliği konsepti yerine Amerikan çıkarlarına öncelik veren; Asya, Pasifik, Avrupa, Kanada ve Meksika ile olan ticari ve ekonomik anlaşmaları yeniden müzakereye niyetlenen, NATO’yu yük olarak algılayan yeni yönetimin atacağı adımlar, uluslararası dengeleri doğal olarak sarsacaktır. Türkiye bu gelişmelerden hem politik ve askerî, hem de ekonomik alanlarda etkilenecek olan ülkelerin başında geliyor.