Millî Seferberlik, Dayanışma ve Birlik Zamanı
Türkiye 2017’ye yeni bir terör şokuyla başladı. İstanbul’da bir gece kulübüne uzun namlulu silahıyla ateş açarak giren saldırgan, yedi dakika içerisinde 39 kişiyi katletti; 4’ü ağır 60’tan fazla yaralı var. Hayatını kaybedenler arasında çok sayıda yabancı uyruklu insanın olması, olayın yılbaşı gecesi yaşanması, yaşam tarzına müdahale olarak algılandığından Batı dünyasından, ülkemizde daha önce yaşanan terör saldırılarına gösterilenden daha büyük tepkiler geldi. Başkan Obama taziye mesajı yayınladı, Almanya Başbakanı Merkel 2017’nin başta DEAŞ olmak üzere siyasal İslâm’la ve radikal akımlarla mücadele dönemi olacağını söyledi.
Türkiye’de de alışıldığı üzere hem siyasî liderlerden ve bakanlardan hem de çeşitli kuruluşlardan katliamı kınayan, terörün bizi yıkamayacağını belirten, birlik-beraberlik ihtiyacını vurgulayan açıklamalar yapıldı. Ancak bu tarz açıklamaların terör saldırılarını durduramadığını yıllardır görüyoruz.
Geride kalan 2016 yılında, ülkemizde çeşitli bölgelerde 27 terör saldırısı yapıldı. Son katliam hariç, bu saldırılarda 753 polis, asker, kamu görevlisi ve sivil vatandaşımız hayatını kaybetti; 500’e yakın yaralımız var. Bu rakamlara FETÖ’nün 15 Temmuz darbe girişiminde yol açtığı kayıplarımız da eklendiğinde rakam çok daha ağırlaşıyor. Mevcut tablo yüreğimiz elvermese de terör eylemlerinin maalesef bu yıl da süreceğini gösteriyor. Başka bir ifadeyle, önümüzdeki aylarda canımızın yanmakta devam edeceğini, ocaklara ateşler düşeceğini söylemek durumundayız.
Yıllardır milletimizin üzerine bir karabasan gibi çöken, insanımızın psikolojisini bozan, toplumsal öfkeyi kabartan, karamsarlık doğuran ve ekonomimizi olumsuz etkileyen bu kâbustan kurtulabiliriz. Bunun için öncelikle sorunu bütün yönleriyle doğru tespit etmeliyiz; ardından siyasi hesapları bir kenara bırakarak meseleyle cesaretle yüzleşip, konuyu bilen uzmanların katılımıyla yeni ve kapsamlı bir mücadele konsepti benimsemeliyiz. Hastalık doğru teşhis edilmediği zaman tedavi girişimlerinin sonuç vermediğini 2009 – 2015 döneminde yaşayıp gördük.
Terörün bütün dünyanın ortak meselesi olduğu söylemi doğrudur; ama hiçbir Batı ülkesinde bizdeki gibi dış merkezlerden yönlendirilen, desteklenen dinî, mezhebî, etnik ve ideolojik referanslı dört ayrı terör örgütü yok. Başka bir ifadeyle hiçbir Batılı ülkede bizdeki gibi toplumda belirli bir kitlesel desteği bulunan terör olgusu yaşanmıyor. Irak ve özellikle Suriye’de bu örgütlerin belirli bir alan hâkimiyetinin olması teröristlere eğitim, lojistik ve hazırlık imkânı sağlıyor; moral kazandırıyor. 1000 km.den fazla sınırımızın bulunması eylemcilerin Türkiye’ye geçişlerini kolaylaştırıyor.
Türkiye’nin bu konudaki bir başka zorluğu, Batılıların samimiyetsizliğidir. PKK’yı bir terör örgütü olarak değil, Türkiye’de ki bazı solcu, liberal ve İslâmcı aydınlar gibi, gasp edilen haklarını kazanmak için mücadele veren meşru bir hareket olarak görüyorlar; açık ve örtülü her türlü desteği veriyorlar. ABD ve birçok Avrupa ülkesi siyasi hesaplarla PKK’yı terör örgütü olarak tanımlasalar da bunun reel bir karşılığı bulunmuyor, sözde kalıyor. Çünkü KCK yapılanması kapsamında hem PKK’nın Suriye kolu olan PYD-YPG’yi, hem de Irak ve Suriye’deki kollarını terör örgütü görmediklerini açıkça ilan ediyorlar, Türkiye’nin itirazlarını kâle almıyorlar.
Aynı samimiyetsizlik IŞİD (DEAŞ) konusunda da geçerli. Bir taraftan bu örgütle mücadeleyi en önemli mesele saydıklarını söyleyip Suriye’de bu amaçla ABD liderliğinde koalisyon oluşturuyorlar; Türkiye’yi gerekli desteği vermemekle suçluyorlar. Ama TSK’nın kesin sonuç almak amacıyla başlattığı Fırat Kalkanı operasyonunu en kritik aşamasında yani El-Bab’a girilip IŞİD’e stratejik bir darbe vuracak hamlesine engel olmaya çalışıyorlar.
Bu çelişkiler doğal olarak teröre karşı uluslararası işbirliği kurulmasını engelliyor. Batı Suriye ile arasındaki coğrafi mesafe nedeniyle Türkiye’nin karşılaştığı saldırılara duyarsız kalıyor; bu konuda çok gerekli olmasına rağmen istihbarat alanında etkili bir işbirliği yapılamıyor. Terör örgütlerinin elebaşıları Batı Avrupa’da serbestçe barınıyor, himaye görüyor, AB Parlamentosu’nda ağırlanıyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türkiye’nin terörle çökertilmeye çalışıldığını, terörün arkasındaki güçlerin ülkemizi yeniden Sevr dönemine taşımak istediklerini ifade etmesi; İstiklâl Savaşı’ndan bu yana devletimizin en ciddi sorunlarla karşı karşıya olduğunu, millî varlığımızı korumak için “millî seferberlik” çağrısı yapma gereği duyması, beka ve gelecek meselemizin öneminin ve ciddiyetinin devlet nezdinde görülüp değerlendirildiği anlamına geliyor. Siyasi görüş ve tercihi ne olursa olsun ülkemizin ve milletimizin geleceği konusunda hassasiyeti bulunan hiç kimse bu çağrıyı duymazlıktan gelemez. Ancak bu çağrının söylemde kalmaması, hayata geçirilmesi, millî birlik ve millî seferberlik ruhunun millete mâl edilip toplumsal dayanışma oluşturması için somut adımların atılması gerekiyor.
ABD başta olmak üzere herhangi bir Batılı ülke Türkiye’nin sadece geçen yıl yaşadığı terör saldırılarına muhatap olsaydı, özellikle FETÖ’nün 15 Temmuz’daki tarihi bir ihanet ve alçaklık hareketi olan darbe girişimine benzer bir olayla karşılaşsaydı direnemez, dağılıp çökerdi. Ülkemizde bütün bu olaylar yaşanırken milletimizin millî karakterinin, manevi, psikolojik niteliklerinin, tarihi ve kültürel özelliklerinin ne kadar güçlü ve dirençli olduğu bir kere daha görüldü.
Ama diğer taraftan toplumun morale, huzur ve güvene ihtiyacı var. Gündelik hayata yansıtılamayan, sadece retorik düzeyinde kalan ifadelerle bu ihtiyaç karşılanamaz. Yalnız iktidar yanlısı olmayan kesimlerde değil, toplumun genelinde giderek yaygınlaşan gelecekle ilgili kaygılar, belirsizlikler doğal olarak karamsarlığa yol açıyor. İnsanımız hemen her sabah TV kanallarından hangi tatsız haberle karşılaşacağını bilememenin tedirginliğini yaşıyor.
İktidar yanlısı gazetelerin, bazı köşe yazarlarının, konuşmacıların kendileri gibi düşünmeyenlere karşı kullandıkları itici, ötekileştirici, dışlayıcı üslup birlik ve beraberlik çağrılarıyla bağdaşmadığından zarar veriyor. Sosyal medya, troller belirlenen hedefleri, isimleri imhaya memur infazcılar gibi saldırgan ve acımasız bir dil kullanıyorlar. Toplumsal barışın sağlanmasına, doğrudan millî varlığımıza yönelik tehlikelere karşı “millî seferberlik ve dayanışma” ihtiyacımız olan bu dönemde bunların zararlı olduğunun görülüp engellenmesi gerekiyor.
Yakın tarihimizde toplumun kamplaşmasına yol açan siyasî kavgalardan, düşmanlıklardan kaynaklanan felaketleri unutmamalıyız. Bazı tarihçilerin “Hürriyetin ilânı” diye tanımladıkları II.Meşrutiyet döneminde, 1908 ve sonraki yıllarda İttihatçılarla muhalifler arasında başlayan siyasi rekabet, kısa zamanda düşmanlığa dönüştü; devlet fonksiyonunu icra edememek durumuna geldi.
1912’de düne kadar Devlet-i Aliyye’nin kanatları altında yaşamış olan, devletleşme aşamasını henüz tamamlayamayan Balkan devletçikleri Osmanlı’nın içine düştüğü bunalımı fark edip saldırmak maksadıyla anlaşmalar yaparken, İttihatçılarla karşıtları birbirlerini boğazlamaya çalışıyordu. En büyük çekişme ordu içerisinde cereyan ediyordu. Subayların birçoğu sorumluluklarının, görevlerinin hakkını vermek bir yana, kendilerini taraftarı oldukları siyasi merkezin memuru gibi görüyorlardı. Büyük devletler muhtemel bir savaştan Osmanlı’nın galip çıkacağını düşündüklerinden henüz çatışma başlamadan sınırların değişmeyeceğini açıklayacak derecede endişeliydiler.
Sonuçta savaşın daha başlarında siyasi kutuplaşmaların nelere yol açtığı, devleti nasıl savunmasız hâle getirdiği görüldü. Rumeli’de bazı ordularımız sayıca üstün olmalarına rağmen tek kurşun atmadan silahlarıyla birlikte teslim oldular. Daha on beş yıl önce 1897’de çıkan savaşta Osmanlı ordusu karşısında bozgun halinde Atina’ya doğru kaçışan, ancak büyük devletlerin müdahalesiyle felaketten kurtulan Yunanlılar, kurşun atmadan Selanik’e girdiler. Balkan faciası siyasetin muhaliflerini yok sayma, rakiplerini ezerek, sindirerek otoriter bir yönetim kurma aracı tarzına dönüştürülmesinin sonuçlarını gösteren ibretlik bir tablodur.
Türkiye’yi kana bulayan terör örgütleri sadece benimsedikleri politik, ideolojik ve dinî tercihler ve amaçlar adına eylem yapmıyorlar; ilişkide oldukları dış merkezlerin hesaplarına hizmet veriyorlar, onların taşeronluğunu yapıyorlar. Bu nedenle Türkiye, terörle mücadeleyi bir taraftan kendi iç şartlarına, ihtiyaçlarına göre plânlayıp yürütürken, diğer taraftan uluslararası dengeleri, özellikle Suriye ve Irak jeopolitiğini çıkarlarına göre yeniden düzenlemeye çalışan ülkelerin pozisyonunu, gücünü iyi hesaplamak, ilişkilerini hassas dengeler üzerinde düzenlemek zorundadır.
Bu açıdan Suriye politikamızda ve Rusya ile ilişkilerimizde son aylarda yaşanan değişim isabetli olmuştur. Fakat büyük güçlerle, özellikle bölgeyle ilgili hesaplar yapan ülkelerle politika yürütmek büyük beceri ve ustalık ister; sağlıklı tespit ve istihbarat gerektirir. Bu hususlarda eksik ve yetersiz kalındığı zaman nelerle karşılaşacağımızı beş yıldır deneyip gördüğümüze göre, aynı yanlışları tekrarlamaktan özenle kaçınmalıyız. Devletler arasında dostlukların da düşmanlıkların da kalıcı olmayıp çıkarlara ve konjonktüre göre değiştiği gerçeğini hiçbir zaman unutmamalıyız.
Ortaköy’deki katliamın faili umarız sağ yakalanır ve bu korkunç saldırının arka plânına ait belgelere, gerçeklere ulaşılır. Ancak bu olsa bile IŞİD gibi fanatik bir yapıyı doğuran sosyolojik ortam, selefi-cihadist din algısı değişmedikçe ne İslâm dünyasında ne de Türkiye’de yanlış din algısından kaynaklanan, ortamı terörize eden akımların önlenmesi, sorunun çözümlenmesi mümkün olmayacaktır.
Türkiye’de halen selefici bağnaz bir anlayış “gerçek Müslümanlık budur” iddiasıyla giderek yayılıyor. Devletin bu konuda acilen önlemler alması, ilahiyat fakülteleri başta olmak üzere dinî eğitim veren kurumların yeniden düzenlenmesi gerekiyor. İslâm’ın özüyle bağdaşan, İmam Mâtürîdî’nin ortaya koyduğu inanç sistemine uygun eğitim veren müesseselere ihtiyacımız var. Bu olmadığı zaman ne gibi sorunlar yaşandığını artık görebilmeliyiz. İnsan fıtratında mevcut manevî eğilimler, dinî temayül doğru eğitimle beslenip zenginleşmediği zaman çeşitli cemaat ve grupların şifahi ilişkiler kurarak, özellikle genç beyinleri nasıl devşirdiklerini, yönlendirdiklerini, birer kukla haline getirip kriminalize ettiklerini unutmamalıyız. Bu sadece FETÖ ile ilgili bir sorun değildir. Manevî nüfuzunu kullanarak mensuplarının güven ve sadakatini sağlayan bazı “efendi”lerin ilişkilerini İslâm’ın ahlâkî ölçüleriyle bağdaşmayan tarzda ticari ve ekonomik şirketleşmeye çevirdikleri, her türlü denetimden uzak şekilde büyüyüp serpildikleri bir gerçektir.
Hem İslâm âleminde hem de ülkemizde sorunlar üreten, İslâm’ın itibarını zedeleyen, İslâmafobiyi besleyen dinî referanslı bu yapıları yeterince tartışmıyoruz. Diyanet camiası garip bir çekingenlik halinde suskun kalıyor. Oysa Ali Bardakoğlu, Mustafa Çağırıcı, Hilmi Demir, Recep Kılıç, Hasan Onat, Mustafa Öztürk gibi her açıdan konuya vukûfiyeti olan, İslâm’ın ihtiyaç duyduğu ilmi tedrisatı hazırlayıp yürütecek çok sayıda âlimimiz var. Ama ne yazık ki bunları devreye sokup yararlanılmadığından İslâm dünyasının ihtiyacı bulunan ilim ortamını oluşturamıyoruz. Dinî hassasiyeti olan insanları, özellikle gençleri din adına faaliyet gösteren, manevî duyguları acımasızca sömüren, taraftarlar arasında adeta kutsanan, kült haline getiren birilerine terk ediyoruz.
Halen ülkemizde uydu üzerinden dinî içerikli yayın yapan onlarca televizyon var. İnsanlarımızın genellikle okuma ve araştırma alışkanlığı bulunmadığından bu yayınlar geniş bir izleyici kitlesi bulabiliyor. Dindar insanlar göze ve kulağa hitap eden bu yayınlardan haz duyuyorlar. Ancak bu yayınlarla ilgili ciddi bir araştırma ve inceleme yapılacak olsa, aslında ne kadar zararlı oldukları, kafaları nasıl karıştırdıkları kolayca görülebilir.
IŞİD’in eylemcilerini yahut uyuyan hücrelerini yakalayıp bertaraf etseniz bile, bugünkü dinî eğitim ortamında yenilerin üremesi engellenemez; bu konularda yayın yapan televizyonlara çeki düzen verilmediği sürece sorun daha da büyür.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “ülkemize yönelik tehdit ve saldırıları kaynağında yok etme hususunda kararlıyız” ifadesi elbette önemlidir ve bunun gereği yapılmaya devam edilmelidir. Ancak PKK, DEAŞ (IŞİD), DHKP-C ve FETÖ gibi örgütleri etkisiz kılmak, tehlike olmaktan çıkarmak, en azından marjinal hâle getirmek için hem dinî hem de millî ve bilimsel eğitim konusunu ciddiyetle ele almak, vakit geçirmeden köklü düzenlemeler, reformlar yapmak zorundayız.