Milli Bir Seferberberliğin Tam Zamanıdır
Silivri açıklarında meydana gelen 5.8 büyüklüğündeki deprem İstanbul’un üzerine kapkara bir korku bulutu gibi çöktü. Bu sarsıntının yıllardır sözü edilen ve tüm uzmanların büyüklüğünün 7’den aşağı olmayacağında ittifak ettikleri büyük felaketin habercisi olma ihtimali doğal olarak paniğe yol açtı. Mutlaka yaşanacağında herkesin hemfikir olduğu bu felakete karşı ne kadar hazırlıksız olduğumuz açıkça görüldü.
Prof. Dr. Naci Görür tabloyu şöyle açıklıyor: "Şu gerçekle karşı karşıyayız; bu depremler Büyük Marmara Depremi’ni oluşturacak fayın üzerinde meydana geldi. Zaten enerji birikmişti. Bu depremler gerilimi daha da artırdı ve kırılma zamanını öne çekmiş olabilir. Eğer Marmara'nın altındaki tüm fay hatları birden harekete geçerse 7.6 büyüklüğünde bir deprem bile olabilir”.
“Bu saatten sonra ne yapılabilir” sorusuna da şu cevabı veriyor: “Gecikilmiş de olsa İstanbul’un yapı stoku depreme karşı güvenli hale getirilmeli. Yapı stoku sadece kentsel dönüşümle ilgili bir mesele değil, daha başka bileşenleri de var. Kentin tüm alt yapısının elden geçirilmesi gerekir. Yollar, köprüler, viyadükler, barajlar, atık su şebekeleri, kanalizasyonlar, içme suyu ve elektrik şebekeleri, haberleşme hatları aklınıza ne gelirse soruşturulmalı. Deprem olduğunda ortaya çıkması muhtemel milyonlarca metreküp moloz ortada kalırsa deprem kadar zararlı etkileri olur.”
Kandilli Rasathanesi Müdürü de resmî bir açıklama yaparak, söz konusu fay hattında enerji birikiminin arttığını, “giderek sona yaklaştığımızı ama bir zaman verilemeyeceğini" söyledi.
Bilim insanları İstanbul'un muhtemel deprem senaryosunu özellikle 90’lı yılların başından beri çeşitli toplantılarda anlattılar ve yazdılar. 1999 İzmit-Yalova depremi, doğudan batıya kırılarak gelen fay hattında sıranın artık İstanbul’da olduğu anlamına geliyordu. Bu depremde 19 bine yakın insanımızın can vermesi, 25 bine yakın vatandaşımızın yaralanması, 285 bin binanın, 43 bin işyerinin enkaz haline gelmesi, milli gelir kaybının 17 milyar dolara yakın olması herkeste şok etkisi yaratmış, ülke ekonomisini temelinden sarsmış, 2001’de yaşanan ekonomik krizi tetiklemişti. O dönemde ülkeyi yönetenler benzer bir felaketin bir daha yaşanmaması için gereken bütün önlemlerin alınacağını sık sık belirtiyorlardı. “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” ifadesi ortak bir slogan gibi tekrarlanıyordu.
Aradan çok zaman geçmeden “her şeyin eskisi gibi olduğu” zihniyet ve uygulamada çok fazla bir şeyin değişmediği görüldü. Çünkü enteresan bir toplum yapımız var; hafızamız sorunlarla yüzleşip çözüm bulma külfetine girmemek için bunları unutmaya meyilli. Nitekim sarsıntıların üzerinden bir iki gün geçince konu gündemden düşmeye başladı. Oysa hemen yapılmaya başlanacak yığınla iş var. İstanbul’da ne zaman olacağı tam bilinmese de yakın bir vadede yaşanması muhtemel deprem felaketi öncelikli sorun olarak algılandığında bunlara hemen başlamak gerekiyor. Yeni bir yerleşim ve imar haritası yapılacak, denetim ve kontrol mekanizması kurulup uygulanacak, AFAD’ın beş yıl kadar önce yaptığı tedbire göre bir milyon iki yüz bin hasarlı bina yıkılacak, evsiz kalacak yüz binden fazla insanın mesken meselesi halledilecek, inşaatlara belirli bir standart getirilecek. Prof. Naci Görür’ün işaret ettiği devasa alt yapı konusuna çözüm bulunacak. Öte yandan toplumun her kesimini bilgilendirmek maksadıyla geniş bir eğitim seferberliği yapılacak v.b v.b.
Bunlar yapıldığında ekonominin en dinamik unsuru olan inşaatta doğal olarak alışmışın dışında, belirli kuralları olan yeni bir düzen ortaya çıkacak. Böylece imar yasa ve yönetmenliklerini bir yolunu bularak aşabilen, inşaat ve arsa rantından şu veya bu şekilde yararlanan geniş kesimlerin imkanları ister istemez daralacağından yoğun şikayetler ve siyasi etkilere açık tepkiler oluşacak.
İktidarıyla muhalefetiyle siyasetçimiz bu riski şimdiye kadar göze alamadı. Birkaç ay önce yapılan İstanbul’daki seçimde hemen her şey konuşuldu; ama ne iktidar ne de muhalefet cenahından İstanbul halkına kentin kapılarına kadar gelmiş olan deprem tehlikesine ilişkin bir plan, proje ve öneri sunulması. İşin tuhafı toplum kesimlerinden de bu sorunla ilgili bir talep yahut tepki yükselmedi.
Aslında hayli gecikilmiş olsa da bu konuda dört yıl önce bazı adımlar atılmaya başladı. Bunların en önemlisi AFAD (Afet ve Acil Durum Yönetim Başkanlığı)’nın 1999 depreminden on yıl sonra kurulmuş olmasıdır. Bu kuruluşun başkanlığını da yapan Cumhurbaşkanı yardımcısı Faruk Oktay devletin İstanbul depremine hazır olduğunu söyledi : “Yıllarca yaptığımız hazırlıkların aslında son derece ciddi bir hazırlık olduğunu, 28 çalışma grubuyla ne kadar sağlıklı bir sistem kurduğumuzu bir kez daha görmüş olduk” dedi. Bu kuruluş bünyesinde bir Afet Mücadele Planı’nın hazırlanması olumlu bir adım olmakla beraber yeterli değildir. Çünkü kağıt üzerinde mükemmel gibi görünen bu planın afet sırasında yaşanacaklara umulan etkiyi yapma ihtimalinin ne olduğuna dair objektif bir tespit ve deneme yapılmadı. Toplanma alanlarıyla ilgili tartışmalar sürüyor. Bir sorun yok denilmekle, görmezlikten gelmekle sorun ortadan kalkmıyor.
Hazırlık konusu elbette öncelikle yönetme sorumluluğunu taşıyan iktidarın meselesidir. Kentsel Dönüşüm Yasası ciddi bir fırsattı ama siyasi mülahazalarla yürürlüğe sokulan İmar Barışı uygulamasıyla işlemez hale geldi.
Ama artık bugün birbirimizi suçlamanın, meseleyi bir iktidar-muhalefet tartışmasına dönüştürmenin hiçbir yararı yoktur. Mesele sadece İstanbul halkının değil milletimizin ortak sorunudur; tam anlamıyla “beka” meselesidir. Çünkü İstanbul çökerse Türkiye altından kalkmakta zorlanacağı çok ağır tarihi bir darbe yemiş olur. Milli çıkarlarımızı savunamayacak derecede zaafa düşebiliriz. İstanbul Türkiye’nin hatta Türk dünyasının “kalpgahı”dır.
İktidar, “gerekenler yapılmıştır ve yapılacaktır" gibi içi boş, gerçeklerle bağdaşmayan söylemlerle oyalanmak yerine, muhalefetin de içinde olacağı, bilim insanlarının da yer aldığı milli bir planlama ve hazırlığa başlamalı, bürokrasinin alışılan hantallığı aşılarak çok seri şekilde uygulamaları başlatmalıdır. Cumhurbaşkanı yardımcısı Faruk Oktay’ın başkanlığında düzenlenen toplantıda İstanbul Belediye Başkanı’nın olmayışı bürokratik mekanizmanın siyasi bir tercihi gibi görünse de çok ciddi bir noksanlıktır. Ancak tehlike o kadar yakın ve büyük ki bunları tartışarak zamanı tüketmek yerine tam tersine “zamanla yarışırcasına” işe koyulmak gerekiyor. Çünkü milyonlarca insanın hayatı, kaderi ve İstanbul gibi her anlamda gözbebeğimiz olan bir kentin yıkımı söz konusu. Konunun uzmanları, bilim insanları alınması gereken önlemleri sıralarken en fazla tehlikede olan sahil bölgelerinden ve adalardan yüz binlerce insanın güvenli yerlere taşınmasını, sanayi tesislerinin bölge dışına çıkarılmasını, Topkapı gibi müzelerdeki en değerli eserlerin nakledilmesini öneriyorlar. İktidar devletin tüm gücünü ve imkanlarını kullanması, radikal adımlar atılması gereken bu çaptaki meselenin altından tek başına kalkamaz; siyasi hesapların bu konuda bir kenara bırakılarak milli birlik içinde olmamız gereken bir dönemdeyiz. Millet olmak, aynı kaderi paylaşmak, tasada, kederde, sevinçte beraber olma anlamına gelir.
Bu felaket yaşanırsa bazı uzmanlar en az yetmiş bin, bazıları üç yüz bine yakın insanımızın can vereceğini söylüyor. Zamanı giderek yaklaşmakta olan en az 7 büyüklüğündeki bir depremin yol açacağı yıkımın, insan kaybının tamamını önleyemesek bile bunları en aza indirebiliriz. Bunun ilk şartı iktidarıyla muhalefetiyle bütün toplum kesimlerinin ellerini taşın altına koymaya, sorumluluk almaya niyetli olmasıdır. 16 milyonun yaşadığı bu kentte enkazın altında kimin kalacağını Allah’tan başka kim bilebilir? Hiç gecikmeden zamanla yarışacak tarzda milli bir seferberlik başlatmalıyız.
1999 depremi üzerine yapılan hesaplamalarda faydaki müteakip kırığın yani İstanbul depreminin en geç 30 yıl zarfında olma ihtimalinin yüzde 65 olduğu ifade ediliyordu. Bunun 20 yılı gitmiş durumda. Hükümet yetkilileri kağıt üzerinde çok doğru görünen, ancak uygulanma kabiliyeti bulunmayan tasarımlarla zamanı daha fazla harcamamalı; bürokrasinin labirentleri arasında sıkışıp kalmamalıdır. Meselenin öneminin ve ciddiyetinin bilincinde olan isimlerle, bilim insanlarıyla, sanayici ve tüccarlarla, belediye yöneticileriyle, sivil toplum temsilcileriyle, tecrübeli mimar ve mühendislerle, komutanlarla, hukukçularla toplantılar düzenlenerek, muhalefetle işbirliği yapılarak etraflı bir eylem planı hazırlanmalı, gecikmeden uygulamaya başlanmalıdır. Bu konuda en büyük sorumluluk cumhurbaşkanınındır; yeni sisteme göre yürütmenin başı olan, çok büyük yetkileri ve yaptırım gücü bulunan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir an önce devreye girmesi, yaşanan dağınıklığı toparlaması, yetki karmaşasını gidermesi gerekiyor.
Türkiye’nin mevcut iç ve dış sorunlarının her birini zor da olsa doğru politikalar uygulayarak halletmek mümkündür. Ancak mukadder İstanbul depreminin yıkıcı etkilerini asgariye indirecek önlemler alınmazsa, sadece kentte yaşayan halk olarak değil, beka ve güvenliğimizle birlikte ülke olarak enkazın altında kalırız.