Referandum Tartışmaları ve Avrupa ile İlişkilerimiz Üzerine
16 Nisan 2017’de yapılan halk oylamasında Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi (Başkanlık Sistemi) yüzde 48,6 “Hayır” oyuna karşı, yüzde 51,4 “Evet” oyuyla kabul edildi. Bu sonuç, aksine bir yargı kararı olmadığı takdirde kesindir; siyaseten tartışılsa bile hukuken meşrudur. Ancak YSK’nin hem yasayla hem de kendi genelgesiyle çelişen gereksiz müdahalesi, referanduma gölge düşürdü. Sonuçlar üzerinde uzun yıllar sürecek, sosyal ve siyasal kutuplaşmalara, gerginliklere yol açacak tartışmaların kapısı açıldı.
Seçimlerde oyların nasıl kullanılacağını belirleyen 298 Sayılı Yasa’nın hükümleri açık ve nettir. 101. Madde’de “3. Arkasında Sandık Kurulu mührü bulunmayan oy pusulaları geçerli değildir.” deniliyor. Keza 98. Madde’de, “(…) üzerinde ilçe seçim kurulu ve sandık kurulu mührü bulunmayan, tamamı yırtılmış olan, üzerinde ilçe seçim kurulu ve sandık kurulu mührü dışında herhangi bir mühür, imza, yazı, parmak izi veya herhangi bir işaret bulunan zarflar geçersiz sayılır.” ifadesi yer alıyor.
YSK’nin halk oylamasından kısa süre önce 14.02.2017 tarih ve 2017/97 sayılı kararı ile kabul edilen, “sandık kurullarının oluşumunu, görev ve yetkilerini” gösteren genelgesinin 43. Madde’sinde aynı uygulama teyit ediliyor ve arkasından sandık kurulu mührü olmayan oy pusulalarının geçerli olmayacağı belirtiliyor. İlçe Seçim Kurulları’na, uygulamanın bu çerçevede yapılması talimatı veriliyor. Ama oy verme işlemi sürerken Yasa ve Genelge’de belirtilen esaslara aykırı bir karar alınıp uygulanıyor. Bir başka ifadeyle Yasa’yı uygulamak yerine yorumlama yapılarak Yasa’ya aykırı bir işlem yapılıyor.
CHP, Danıştaya başvurusunda, YSK’nin oylama devam ederken yayımladığı, mühürsüz oyların geçerli sayılması yönündeki genelgesinin “oy sayım ve tasnif işleminde uyulması gereken yöntem”in değiştirilmesi genelgesi olduğunu öne sürerek iptalini istedi. CHP’nin avukatı, “Başvurumuz idari işleme karşıdır. YSK’nin yargı olarak yaptığı denetim niteliğindeki karara değildir.” dedi. Yani YSK kararlarının iptal edilemeyeceğine ilişkin Anayasa hükmünün dışında, idari bir tasarrufun iptalini istediklerini belirtti. Bunu yaparken iptali istenilen idari işlemin (genelgenin) ilgili Yasa’ya ve Anayasa’ya aykırı olduğunu, yasal bir dayanağının olmadığını, bu nedenle ortada “tam bir kanunsuzluk hâli”nin bulunduğunu söyledi.
YSK ise bu karara ilişkin gerekçesinde, mühürsüz oy pusulası ve zarfın kullanılmasını “münferit” olarak nitelendirdi; “Mühürleme işleminin yapılmaması, tek başına seçmen oyunun geçersiz sayılması için yeterli değildir.” ifadesiyle kararı savundu.
Danıştay 10. Daire, esasa girmeyerek doğrudan “karar verilmesine yer olmadığına” hükmetti. Anayasa’nın 79. maddesindeki “YSK kararları aleyhine başvurulamaz.” ibaresini esas aldı; YSK’nin sandıklar açılmadan kurullara verdiği talimatın “idari işlem” niteliğinde olmadığı ifade edildi. Bir üye bu karara muhalif kaldı. Muhalefet şerhinde Yasa’da mühürsüz oy pusulalarının iptaline ilişkin hükümlere ve YSK’nin 14 Şubat tarihinde bu çerçevede yayımladığı genelgeye işaret edildi. Kurul’un kararının hukuk devleti olmanın, hukukun üstünlüğünün bir gereği olarak “tam kanunsuzluk” iddiasıyla ilişkili şekilde talebin incelenmesi gerektiği belirtildi.
AYM’nin kuruluş yıldönümü töreninde, Başkan Zühtü Aslan konuşmasında “Anayasa Mahkemesi’nden anayasal sınırların dışına çıkması beklenemez. Anayasa koyucunun düzenlediği kuralları yorum yoluyla değiştirmek esasen mahkeme eliyle anayasa değişikliği yapılamaz.” ifadesi değişik şekilde yorumlandı. Çokları bunu YSK kararlarına yapılacak muhtemel bir başvurunun reddedileceği şeklinde değerlendirdi. Bazıları ise bu sözlerin YSK’ye yönelik olduğunu, Yasa’da açıkça belirtilen hükümlerin kurul tarafından yorumlanıp değiştirilmesinin eleştirileceği anlamına geldiğini savundular.
CHP, 10. Dairenin kararına Daireler Genel Kurulu nezdinde itiraza hazırlanıyor. Fakat hem buradan hem de AYM’ye yapacağı başvurudan olumlu bir sonuç alamayacağını, Adalet Bakanı Bozdağ’ın “Danıştay ve AYM’nin bu başvuruları reddetmesinden başka bir karar veremeyeceği” şeklindeki görüşü doğrultusunda taleplerinin kabul görmeyeceği sonucuna varılmış olmalı ki, Genel Sekreter Sayek, konuyu AİHM’ye götüreceklerini açıkladı.
TERCİHLERİN SOSYOLOJİK ANLAMI
Halk oylaması sonuçları ile oluşan tablo, Türkiye’nin sosyolojik ve politik açıdan kutuplaştığını gösteriyor. Millî gelirin illere doğru sıralanmasında en yüksek üreten, aralarında en büyük 4 kentin de olduğu 20 kentin 13’ünde “Hayır” oyları çoğunlukta. Bu kentlerin ürettiği millî gelir, toplamın yüzde 62’sini buluyor. Türkiye’de çok partili dönem sürecinde siyasi iktidarları belirleyen bölgelerde yani Ege, İç Ege, Marmara ve Akdeniz’de ortaya çıkan sonuçlar, iktidar için ciddi bir alarm anlamına geliyor. Seçilme yaşı 18’e indirilmesine rağmen umulan sonuçların alınamadığı görülüyor. Gençler arasındaki “Hayır” tercihlerinin yüksekliğine bakılarak bu eğilimin önümüzdeki seçimlerin yapılacağı 2.5 yıl zarfında tabandan gelecek yeni kuşaklarla daha da artacağı söylenebilir. Eğitim seviyesi grafiğine bakıldığında lise ve altındakilerde “Evet” oylarının çoğunlukta olduğu, buna karşılık eğitimli vatandaşların sayısının hızla arttığı, bunların sayısal olarak da ağırlık katsayılarının yükseldiği görülüyor.
“Evet” oylarının, sanayileşme açısından fazla gelişmeyen, kırsal kültürün, geleneğin ve eğitim ortamının muhafazakâr ağırlıklı olduğu Karadeniz, İç ve Doğu Anadolu bölgelerinde çoğunlukta olduğu görülüyor. Bu bölgeler başta olmak üzere, ülke genelinde “Evet” oylarının tercihinde başat faktör Recep Tayyip Erdoğan’ın, taraftarları nezdindeki karizmatik kişiliğidir. Bu kesimlerin büyük çoğunluğu Anayasa’da yapılan değişikliğe değil, Erdoğan’a “Evet” dediler. Onu Kılıçdaroğlu ile kıyaslayarak bir nevi güvenoyu verdiler.
Bu arada bazı Avrupa ülkeleri ile halk oylamasına kısa zaman kala hızla tırmanan gerginlik, özellikle Hollanda’nın bir bakanımıza yaptığı terbiyesiz muamele “Evet” oylarını muhtemelen bir-iki puan artırdı.
ASİMETRİK BİR KAMPANYA
İki aylık kampanya döneminde, eşit şartlar altında bir yarışın yapıldığı söylenemez. Devletin bütün imkânları, kurumları, bürokrasi, medyanın dörtte üçü “Evet” lehine seferber edilirken, “Hayır” propagandası yapmaya çalışanlar çoğu kere salon bile bulamadılar. İktidara yakın bir gazetede bir yazar, durumu şöyle ifade ediyor: “Şu bir hakikat. Milletin hakikaten bir sağduyusu var. Olanca propaganda, ötekileştirme diline, kullanılan bütün dini söylemlere, hatta ‘Evet farzdır’ fetvasına rağmen bulunduğu tercih, siyasetçilere rağmen sağduyulu davrandığını gösteriyor. AK Parti ile MHP’nin bir masa etrafında oturup bir muhasebe yapması ve kendilerine şu soruları sorması gerekiyor: ‘Eğer paketi anlatsaydık. Bu kadar kategorize etmeseydik. Daha kapsayıcı, daha kuşatıcı bir dil kullansaydık. Evet diyen de Hayır diyen de bizimdir denilseydi. Mesele vatan hainliğine getirilmeseydi. Toplum bu kadar gerilmeseydi. Yollardan, köprülerden bahsetmek yerine bu sistemin artılarını anlatsaydık. Sonuç daha farklı olmaz mıydı?” (Elif Şafak-Karar Gazetesi)
Benzer tespitler, referandumu gözlemlemek üzere hükûmet tarafından Türkiye’ye davet edilen AGİT görevlileri tarafından da yapılıyor. Çok ayrıntıya yer verilen AGİT raporunda, devlet gücüyle “Evet” propagandası yapıldığı, hatta bunun “devletle parti arasındaki çizginin belirsizleşmesi” boyutlarında olduğu yazılıyor. Referandum sürecinde “Sivil Toplum Örgütlerinin ve meslek kuruluşlarının kampanya faaliyeti yürütemeyeceği yönünde karar” alındığı vurgulanıyor.
YSK’nin özel televizyonlarda propaganda yapılması hususundaki “dengeleri koruma” kuralını kısa süre önce kaldırmış olması, “Hayır” yönünde görüşleri anlatma imkânını büyük oranda engelledi. Böylece resmî ve özel TV yayınlarında “Evet” lehine propaganda yapma oranı yüzde 92’ye yükseldi. 1946 seçimlerinin meşruluğunu ortadan kaldıran sistemin dört yıl sonra 1950 seçimlerine gidilirken CHP iktidarı tarafından düzeltilmesi sonucu, 67 yıldan bu tarafa seçimler toplum vicdanında adil ve güvenilir bulundu. Sonuçlar ne olursa olsun iktidar da muhalefet de millet iradesinin sandığa yansıdığına inandı. Aralarındaki tartışmaların dozu yükselse bile sonuçları meşru sayıp saygıyla karşıladılar. Bu kanaatin kaybolması, ülkemiz ve devletimiz adına telafi edilmez zararlara yol açar. Siyasi tercihi ne olursa olsun herkesin toplumsal barış ve huzur açısından bu gerçeği görmesinde yarar var. Siyasi kazanım amacıyla anayasa ve yasaları esnetmeye çalışmak, hukuk devletinden uzaklaşarak otoriter bir rejime yönelme anlamına gelir.
AİHM, konuya sadece yasama organının oluşumu açısından bakıyor. Ülkelerin yurttaşlarına tanıdığı hakları kendisi açısından bağlayıcı bulmuyor. Bundan dolayı konu yasama organı seçimi olmadığından referandumla ilgili başvuruyu reddedebilir. Fakat YSK’nin kendi aldığı kararları dikkate alarak ve referandumda yasamayla ilgili düzenlemelerin de olduğunu değerlendirerek başvuruyu görüşmeye karar da verebilir. Bu arada Venedik Komisyonu ve AGİT raporlarının ağır eleştiriler içeren raporları da AİHM kararında etkili olacaktır. Sonuçta AİHM’nin kararının tazminat gibi itibari bir değer taşımasının ötesinde yaptırım niteliği bulunmadığından sorun çözülmüş olmayacaktır.
YSK YANLIŞTA ISRARCI OLMAMALIYDI
Anayasa, toplumsal sözleşme anlamına gelir; toplumun büyük çoğunluğunun kabul ve benimsemesi ölçüsünde işlevini yerine getirir. Köklü bir sistem değişikliğini içeren anayasa düzenlemesinin oylanması esnasında YSK’nin yürürlükteki mevzuatı bir yana bırakarak kendi yorumlamasını uygulamaya koymasından kaynaklanan sıkıntıları yok saymak, sorunu daha da ağırlaştıracaktır. Ortada ciddi bir hukuk problemi var; bunu YSK’nin kararlarının Anayasa’ya göre kesin olduğu gerekçesiyle yok saymak yerine çözümü sağlayacak, zihinlerde oluşacak kuşkuları dağıtacak adımların atılması gerekir. Mühürsüz kullanılan oyların sayısının ne kadar olduğunu, bunlardan ne kadarının “Evet yahut “Hayır” için kullanıldığını kimse bilmiyor. İlçe Seçim Kurullarında muhafaza edilen oyların yeniden sayılması durumunda, belki de mühürsüz olanların sonucu etkileyecek sayıda olmadığı veya tercihlerin dengeli dağıldığı görülecektir. Böylece sonuçlar üzerinde milletimizin en az yarısında oluşan kuşkular giderilecek, ileriki yıllarda toplumu huzursuz kılacak bir “meşruiyet” krizinin doğması engellenmiş olacaktır. Olayı siyasi güç gösterisine dönüştürmekten kaçınmak gerekir. Meselenin kolay yoldan çözümünü sağlayacak makul adımlar atılmalıdır. Liderlerin gerginlik ve kutuplaşmayı tırmandıran, toplum kesimlerini birbirinden nefret edecek noktaya getiren üslubu toplumun ayrışmasına yol açıyor. Ortak değerler, hedefler, idealler ve inançlar etrafında toplanma anlamına gelen, milleti oluşturan temel unsurların zafiyetine yol açan bu ortamdan bir an önce kurtulmalıyız.
MİLLETİMİZ DAHA MÜKEMMEL BİR ANAYASAYA MÜSTAHAKTIR
Çözümü kendi içimizde aramamız ve bulmamız gerekiyor. Türkiye’yi kâmil anlamda bir hukuk devleti kılmak, demokrasiyi kurumsallaştırmak için geniş toplumsal mutabakata dayalı iyi düzenlenen bir anayasaya ihtiyacımız var. Hem içeriği hem de zamanlaması açısından yanlış olan, zamanla yarışırcasına telaşla hazırlanan, aceleye getirilen 18 maddelik “paket anayasa”ya mecbur değiliz.
Siyasi taraftarlığı bir kenara bırakarak makul bir çözüm yolu bulmak zorundayız. Bugün bu paketi savunanlar bile uygulamaya geçildikten sonra gerçeği görecekler, uygulanma kabiliyetinin olmadığını fark edecekler, şikayete başlayacaklardır. Deneme yanılma yoluyla zaman kaybetmek yerine, Türkiye’yi geleceğe taşıyacak nitelikte iyi bir anayasanın varlığı, toplumsal kutuplaşma yerine uzlaşma getirecek, son dönemlerde ülke gündeminin ilk maddesi hâline gelen beka, bütünlük ve güvenlik meselelerimiz için sağlam bir dayanak olacaktır.
AKMP KARARI – NEREDEN NEREYE
Türkiye’de halk oylamasıyla ilgili tartışmalar sürerken, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin kararı başka bir tartışmanın fitilini ateşledi. Konsey’de 45’e karşı 113 oyla Türkiye, 2004’de çıktığı denetim sürecine tekrar dâhil edildi. Karara hem iktidar hem de muhalefetten sert tepkiler yükseldi. Cumhurbaşkanı “Kararı tanımayız.” dedi. Başbakan Yıldırım “ırkçılığın etkisinde alınmış bir karar” olduğunu ifade etti.
Türkiye, AKPM’nin 1949’dan beri kurucu ülkesidir. Mevlüt Çavuşoğlu, 2010 yılında Konsey Başkanlığına seçilirken dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan “İlk kez bir Türk 47 ülke arasından başkan seçiliyor. İftihar vesilesidir; Türkiye’nin başarısıdır, itibarının artmasıdır, çok mutluyuz.” demişti. Çavuşoğlu, 2014 yılında Konseyin onursal üyeliğine layık görüldü.
AKPM, 2004 yılında Türkiye’nin demokrasi yolunda önemli adımlar attığı, reformlar yapıldığı mülahazasıyla 1996’da aldığı siyasi denetleme kararını kaldırdı. Aynı yılın 17 Aralık’ında AB ile müzakere tarihinin alınması üzerine, Brüksel’den yurda dönen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Erdoğan, başkentte büyük törenlerle karşılandılar; konvoylar düzenlendi. Gazeteler kararı manşetlerinde “Türkiye uzun ince yolda tarihinin en önemli eşiğini aştı. AB kapıları açıldı. Avrupa ihtilâli” gibi başlıklarla haber yaptılar. Biz Türk Ocakları olarak o dönemde de bu gösterileri abartılı ve yanlış buluyor, eleştiriyorduk. Türk Yurdu dergisinde, Türk Ocağı toplantılarında Türkiye-AB ilişkilerini değerlendirirken başta kültür ve medeniyet farklılığı olmak üzere bir çok temel nedenle üyeliğimizin asla mümkün olmayacağını ısrarla belirttik. Buna rağmen Avrupa’yla ilişkilerimizi canlı ve sıcak tutmamızın doğru olacağını, ekonomik, ticari, bilimsel ve sosyal çıkarlarımız açısından meselenin pragmatist ve rasyonel kriterlerle değerlendirilmesi gerektiğini ifade ettik. Gelişmelerin bizi haklı çıkardığı ortadadır.
Parlamenterler Konseyi, Türkiye’nin denetim kategorisine alınması konusunu 2008’de AK Parti’nin AYM’de kapatılmasının görüşüldüğü sırada gündemine almıştı. AYM’den kapatma kararı çıkmayınca gündeminden kaldırdı. Aynı dönemde AGİT’in hazırladığı raporda ve Venedik Komisyonu raporlarında AK Parti’nin kapatılma girişimleri sert şekilde eleştiriliyordu. AKPM kararlarında bu raporların da etkisi olmuştu.
AB’NİN İKİYÜZLÜLÜĞÜ NOKSANLARIMIZI GÖRMEMİZİ ENGELLEMEMELİ
Aradan birkaç yıl geçtikten sonra alınan bu kararla Türkiye, AKPM bünyesindeki Rusya, Ukrayna, Moldova, Ermenistan ve Gürcistan gibi demokratik standartlar açısından ikinci sınıf sayılan ülkeler kategorisine indiriliyor; ikinci lige düşürülüyor. Karar bizim açımızdan elbette inciticidir. Avrupa’da giderek yükselen yabancı düşmanlığının, ırkçılığın, İslamofobinin bu tavır değişikliğinde etkisi olduğu ortadadır. Dolayısıyla karar karşısında hem Cumhurbaşkanı ve bakanların hem de üç siyasi partinin ortak tepkileri millî politikanın gereğidir. Ancak bu, meselenin bir tarafıdır ve ortada duran sorun halledilmiş olmuyor. Tamam, Avrupa ikiyüzlü davranıyor, samimi değil. Türk tarihinin en büyük hıyanet olaylarından biri olan 15 Temmuz darbe girişiminde AB’nin nasıl duyarsız kaldığını, Türkiye ile dayanışmaktan ısrarla kaçındığını unutamayız. Avrupalı politikacılar dipten gelen İslam ve yabancı karşıtlığının etkisi altında kalıyorlar. Bunu oy kaygısıyla Türkiye politikalarına yansıtıyorlar, irrasyonel oluyorlar. Son olarak Hollanda ile yaşanan tatsız olay, bu eğilimin tipik bir örneğidir. AKPM’nin kararının bir benzerinin hafta sonunda yapılacak olan AB Dışişleri Toplantısında da karşımıza çıkarılması sürpriz olmayacaktır.
Ama meselenin başka bir tarafı daha var. Avrupa Birliği ile ilişkilerimizi duygusallıktan uzak kalarak, öfkelenmeden, hakaret etmeden, serinkanlılıkla değerlendirmeliyiz. Çıkarlarımıza uygun, gerçekçi ve rasyonel politikalar izlemeliyiz. AKMP bir AB organı olmasa da kararları AB politikalarını da etkiliyor. Bu kararın yaptırım gücü, somut bir sonucu olmasa bile sonuçta itibar kaybımız söz konusudur. Türkiye, Avrupalılar istedikleri için değil, kendi milletimizin huzuru, mutluluğu ve geleceğimiz açısından hukuka bağlı, demokrasi standartları yüksek bir ülke olmalıdır. Devletin hukuka bağlılığının, temel hak ve özgürlüklerin tarafsız ve bağımsız bir yargının güvencesi altında olduğunun bilinmesi, sadece içerde huzur ve istikrarın devamı açısından değil, dünyadaki itibarımız bakımından da Türkiye’ye çok şey kazandıracaktır. Mevcut şartların bu ihtiyaçlarla ne derece örtüşüp örtüşmediğini objektif şekilde değerlendirmek, eksiklerimizi gidermeye çalışmak aklın gereğidir.
2023 hedeflerini kâğıt üzerinde kalmaktan kurtarmak, 300 yıllık özlemimiz olan sanayi ve teknoloji bakımından, ekonomik açıdan Batı ile rekabet edecek hâle gelmek, millî gelirimizi gelişmiş ülkeler düzeyine yükseltmek için hamasetten, duygusallıktan kaçınarak olabildiğince rasyonel ve serinkanlı olmaya mecburuz. Bu coğrafyada millî varlığımızı, kimliğimizi korumanın, çıkarlarımızı savunmanın başka bir yolu yoktur.