Katar Katar Sorunlar
Katar ile Suudi Arabistan arasında haftalardır süren gerilimin ardından, Suudi Arabistan, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Mısır ile birlikte, Yemen, Libya ve Maldivler Katar yönetimi ile diplomatik ilişkilerini kestiler; kara, hava ve deniz trafiğini askıya aldılar. Çok geçmeden bu ülkelere Fas, Moritanya ve Ürdün de katıldı. Böylece Katar’ın ulaşım hatları kesilerek ablukaya alınmış oldu.
Katar nüfusu ve toprağı açısından çok küçük bir ülke. Ufak bir yarımadada Katar’ın üç yüz bin yerli ahalisiyle birlikte, iki milyon 600.000 insan yaşıyor. Kara ile tek bağlantısı Suudi Arabistan. Buna karşılık ekonomik potansiyeli, özgül ağırlığı çok yüksek. GSYH’sı 353 milyar dolar, kişi başına 132 bin dolar düşüyor.
Devlete ait Katar Yatırım Fonu’nun büyüklüğü 355 milyar doları buluyor. Fonun ABD’ye 35 milyar dolarlık proje plânlaması var. Son iki yılda New York’da 3.7 milyar dolar değerinde gayrimenkul aldı. Katar’ın Batı dünyasında hemen her sektörde, finans ve medya kuruluşlarında, büyük marka mağazalarda, hatta müzik, kültür ve futbol dünyasında büyük yatırımları, payları mevcut. 2022 Dünya Futbol Şampiyonasını yapmak için büyük hazırlık yapıyor. Katar Emiri’nin kardeşine ait El Cezire televizyonu bütün dünyada ilgiyle izlenen, BBC ile yarışan etkili bir yayın organı.
Katar’ın Türkiye’de de değişik alanlarda önemli yatırımları bulunuyor. Finansbank’ı, Dijitürk’ü satın aldılar. İstanbul borsası ve gayrimenkule yatırımlar yapıyorlar. Türk müteahhitlere Katar’da tercihli olarak hacimli ihaleler veriliyor. İşadamlarımız bu ülkede halen 10 milyar dolardan fazla ihale almış durumda. Ekonomik ilişkilerin dışında, özellikle Suriye krizinde Arap ülkeleri arasında yakın işbirliği halinde olduğumuz tek ülke Katar.
Katar’ın bölge sorunlarında farklı bir politika izlemesi, Suudi Arabistan, Mısır ve BAE’nin tepkisine yol açıyor. HAMAS liderleri Suriye’yi terk etmek zorunda kalınca Doha’ya gittiler. Suriye’de rejim muhaliflerine başından beri parasal destek yaptığı biliniyor. İran ile diplomatik ilişkileri bulunuyor. 2014 yılında Doha ile Riyad arasında bugünkü krizin benzeri daha küçük çapta olmakla beraber yaşanmıştı. Suudi Arabistan ve güdümündeki Bahreyn, BAE ile Mısır Katar’la diplomatik ilişkilerini dondurup büyükelçilerini geri çağırmışlardı. Ancak sekiz ay sonra diplomatik görüşmeler sonunda mesele halledilmişti.
Bu defakinin hem çapının çok daha büyük olması, hem de Trump’ın Suudi Arabistan ile askeri, ekonomik ve stratejik ilişkilerini derinleştiren Riyad ziyaretinin ardından patlak vermesi, sorunu farklı bir mecraya taşıyor. Başkan Trump, sorunları müzakere ederek çözmeye yönelik İran politikasını kökünden değiştiriyor. Suudi Arabistan ve Mısır başta olmak üzere, İran’ın mezhep eksenli yayılma politikalarının tehdidi altındaki körfez ülkeleriyle Sünni bir blok oluşturmak, Tahran rejimi üzerinde baskı kurarak, dilediği çizgiye taşımak istiyor.
Katar’a başlatılan abluka konusunda ABD’nin rolü ve etkisi nedir? Sadece yeşil ışık mı yakılmıştır? Bu soruları şu anda net olarak cevaplandırmak mümkün değil.
Başkan Trump’ın Suudi Kralını ve Katar Emirini Beyaz Saray’a davet ederek arabuluculuk yapma teklifi samimi bir uzlaştırma niyetinden kaynaklanmıyorsa, Emiri kralla birlikte kıskaca alıp öne sürülen şartları kabul ettirmek düşünülüyorsa Katar’ın bu ültimatoma direnmesi kolay olmayacaktır. Çünkü çözüm için yapılması istenen beş şartın esas amacı, Katar’ın terör örgütleriyle var olduğu iddia edilen bağlarının kesilmesini sağlamak değil, bu küçük ama muazzam zenginliğe sahip ülkeyi Bahreyn benzeri Suudi Arabistan’a bağımlı bir hale getirmektir.
Halen Katar ile İran arasında paylaşılan Güney Pars Doğalgaz Sahası’nın yaklaşık 51 trilyon metreküp doğalgaz rezervi mevcut. Bu imkân Katar ile İran’ı dünyanın en zengin doğalgaz rezervine sahip ülkeleri haline getiriyor. İran, bu rezervini pazarlayabildiği taktirde bölgede kontrolü imkansız siyasal ve askeri bir güç haline gelecek. Dolayısıyla Katar’ın doğalgaz kaynaklarının Suudi Arabistan üzerinden Washington’un kontrolüne geçmesi düşünülüyor. Bu amaçla başlatılan girişimlerin bölge dengelerini kökünden değiştirmesi söz konusu.
Şimdiye kadar pek çok hayati konuda bir araya gelemeyen dokuz Müslüman ülkenin Katar’a karşı bir anda “ortak cephe” oluşturmaları İslâm dünyası adına her yönüyle düşünülmesi gereken bir çıkıştır. Çoğunluğu Arap olan bu ülkeler, 1948’den bu yana İsrail’i haritadan sileceklerini, Yahudileri denize dökeceklerini söyleyip durdular. Gelinen nokta ortada; İsrail ile elli yıldır giriştikleri bütün savaşları kaybettiler. Milyonlarca Filistinlinin anayurtlarını bırakıp sığınmacı olmasına, kalanların her gün insanlık dışı baskı zulüm altında ezilmesine seyirci kaldılar. İsrail tüm Müslümanların kutsal saydığı Mescid-i Aksa’da ibadete bile dilerse izin veriyor, caminin altını oyup duruyor. Afrika’da, Myammar’da Müslüman çoluk çocuk açlıktan ölürken, yöneticiler saraylarında debdebe içerisinde saltanat sürüyorlar. Afganistan’dan Irak’a, Suriye’den Yemen’e kadar Müslüman dünyası küresel egemenlik kavgasının yapıldığı savaş alanına dönüştü. Ülkeler harabeye döndü. Sadece Suriye’de son beş yılda altı yüz binden fazla insan öldü, yedi milyon Suriye’li sığınmacı olarak aç sefil sürünüyor. Kuzey Afrika’dan, Türkiye’den denizyoluyla Avrupa’ya sığınmak isteyen on binlerce Müslüman Akdeniz’de ve Ege’de boğulup gidiyor; umursamıyorlar. Terörizme sözde bayrak açan Suudiler ve BAE’de Suriye’li ve Irak’lı sığınmacı yok; çünkü kapıları sımsıkı kapalı.
Bugün İran yanlısı ve terör destekleyicisi diye suçladıkları Katar’ın ahalisi inanç ve etnisite olarak kendilerinden; hem selefi-Vahabi, hem de Arap. İran ile ilişkileri sorun ise, BAE’nin Tahran ile yoğun ticari ve ekonomik bağlantıları var. Bir diğer Körfez ülkesi Umman’ın ise İran ile stratejik anlaşması bulunuyor.
Katar’a ambargo kararının zamanlaması da çok dikkat çekiyor. Açıklamanın İsrail’in, Mısır ve Suriye’yi diz çökerten 1967’deki Altı Gün Savaşı’nın yıldönümü gününe denk gelmesi Araplar adına hazin bir tercihtir.
Tamamı otokratik ve monarşik rejimlerle yönetilen bu ülkelerdeki iktidarların esas meselesi saltanatlarının devamıdır. İktidarlarına tehdit oluşturmadığı sürece, bugün terörist olarak karşı çıktıkları selefici-cihadist örgütlerle sıkıntıları hiç olmadı.
İhvan-ı Müslümin’in en önemli ideoloğu sayılan Seyid Kutup 1966’da idam edildiğinde, Suudi Arabistan’da gıyabi cenaze namazları kılınmış, olay şiddetle kınanmıştı. El Kaide’nin kurucusunun ve finansörünün hangi ülkeden olduğunu tüm dünya biliyor. İhvan, mücadelesini siyasi alana kaydırıp Mısır ve Suriye’de halkın desteğiyle iktidar olmaya kalkışmasaydı terörist ilan edilip çöpe atılmazdı.
Bütün bu yaşananlar, İslâm dünyasının ve Müslümanların, coğrafyalarındaki yer altı rezervlerini ellerine geçirmek üzere çalışan, hâkimiyet kavgası yapan günümüzün Düvel-i Muazzama’sı küresel emperyalistler karşısındaki çaresizliğini, perişanlığını gözler önüne seren elem verici olaylardır.
Müslüman toplumlarda hüküm süren cehalet ve bilgisizlik, dinimizin manevî ve ahlâkî derinliğinden uzaklaşma, Müslümanlığın özüne ve değerlerine yabancılaşma sadece siyasi ve askeri alanda değil, kültürel ve toplumsal hayatta da İslâm ülkelerinin Batı karşısında ezilmesine, emperyal projelere direnemeyip çözülmesine yol açıyor.
Çok büyük yer altı servetleri üzerinde yaşayan yüz milyonlarca Müslüman bir avuç otokrat ve despot yöneticinin, uyduruk hanedanların eliyle bugünkü yoksulluğu, ezilmişliği, modern köleliği yaşamak durumunda kalıyor. Bu durum İslâm adına da insanlık adına da utanç verici bir manzaradır.
Ortadoğu’da yaşanan krizlerden şu ana kadar en fazla yararlanan ülke İsrail oldu. Olayları sessiz sedasız, adeta pencereden seyreder gibi renk vermeden izlerken, her şey yıllarca önce belirlediği bir proje çerçevesinde, çıkarlarına uygun olarak cereyan ediyor. Saddam yönetiminin yıkılmasından sonra İsrail için bölgedeki tek tehlike İran kalmıştı. Obama’nın uzlaşmacı yönteminden rahatsızdı. Trump’ın başkan olmasıyla bu sorun ortadan kalktı.
İsrail bölgede Arap ülkeleri karşısında yalnız kalmasının sıkıntısını çekiyordu. Önce Irak’ta şimdide Suriye’nin kuzeyinde ABD’nin desteği ile “Müslüman ama seküler” bir Kürt devletinin oluşturulmakta olmasını memnuniyetle izliyor; görünür olmadan destekliyor.
Bazı İsrail yöneticileri Katar’a karşı Suudilerin başını çektiği kuşatma girişimini alkışlıyorlar. Arap ülkelerinin artık esas düşünmeleri gelen tehlikenin Siyonizm değil terör olduğunu anlamaya başlamaları şeklinde değerlendiriyorlar. Görünür o ki esas vekalet savaşını ABD vasıtasıyla İsrail yürütüyor ve elli yıldır sürekli kazanıyor, hiç kaybetmiyor.
Türkiye’nin ABD’nin Saddam yönetimini devirmesiyle başlayan, Arap baharı sürecinde Suriye’de iç çatışmaların tırmanmasıyla büyüyen sorunlarına, beklenmedik bir zamanda bir yenisi daha eklendi.
Katar ile mevcut siyasal, askeri ve ekonomik ilişkilerimizden dolayı başımızı çevirip seyirci kalamayacağımız olaylar yaşanıyor. Politik ikilemin zirve yaptığı bir pozisyonumuz var. Suudi-BAE ve Mısır’ın liderliğindeki blok Katar’a diz çökertirse, İran’a etkili bir darbe vurursa bu başarıyla yetinmeyeceklerdir. Kazanımlarından cesaret alarak arkalarındaki güçlerin desteğiyle muhtemelen Türkiye’ye yöneleceklerdir. Batı ve ABD ile ilişkilerimizin geldiği çizgi ortada. Türkiye istemese bile bölgesel bir mücadeleye sürüklenmesi durumunda, yapayalnızdır. NATO kağıttan bir kaplan halinde sadece şeklen var. Hem Washington, hem de AB yardım ve destek bir yana, Ankara’nın burnu sürtülsün diye bakacaklardır. PKK-PYD konusunda niyetlerinin ne olduğunu ve yaptıklarını görüyoruz. Rusya’yı güvenilir bir alternatif görmek ve güvenmek de yanlıştır. Moskova’nın sadece kendi hedefleri ve çıkarlarını düşünen emperyal bir politika yürüttüğünü, Türkiye ile ilişkilerinde işine gelmediği zaman ne tavır aldığını geçen yıl görüp yaşamıştık.
Krizin çıkmasıyla birlikte, Türkiye’nin Katar’la iki yıl önce imzaladığı askerî anlaşmaları Meclis’ten geçirmiş olması çok kritik bir karardır. Halen Doha’da 200 kadar askerî personelimizin bulunduğu üssümüz var. Anlaşmanın yürürlüğe girmesiyle birlikte buraya birkaç bin Türk askerinin gönderilecek olması Katar’a “arkanızdayım” mesajı anlamına geliyor. Uluslararası ilişkileri diplomatik kurallar çerçevesinde rasyonel bir anlayışla yürütmek yerine, hissi ve hamasi ataklar yapmanın doğurduğu sonuçlar karşımızda duruyor. Ne Mursi’nin ve Müslüman Kardeşler’in Mısır’da iktidarını koruyabildik, ne Esad’ı bertaraf edip Emevi Camii’nde namaz kılabildik, ne de Gazze’ye ambargoyu kaldırabildik.
Yakın geçmişte yaşadığımız bu tecrübelerin ışığı altında Katar krizinde benzer yanlışlar yapılması sorunları altından kalkamaz hâle getirebilir. Türkiye’nin bu günkü iç ve dış şartlarının böylesine bir yükü kaldırmasına imkân vermeyecek kadar ağırdır. Kendi içlerinde kıyasıya saltanat kavgası yapan, politikalarını manevî ve İslâmî değerler ve esaslar üzerinden değil iktidar hesaplarıyla yürüten Arap ülkeleriyle ilişkilerimizi soğukkanlı ve gerçekçi bir rota üzerinden yürütmek zorundayız. Katar, İran ve Türkiye ekseni görüntüsü verilmesi durumunda, ülkemizi teröristlere örtülü yardım yapmakla suçlayan, Batı kamuoyunu buna ikna etmeye çalışan merkezlere aleyhimizde kullanacakları emsalsiz bir malzeme veririz; kendimizi gereksiz yere köşeye sıkıştırmış oluruz. Dış politikada artık duygusal davranma lüksümüz yoktur; olabildiğince rasyonel ve gerçekçi olmaya, reel politik şartlara uymaya, usta bir satranç oyuncusu gibi adımlar atmaya mecburuz.