Afrin – Tarihi Bir Kavşağa Doğru
2011 yılının ilkbaharında Suriye’de demokratik halk talepleriyle başlayan rejim aleyhtarı gösteriler, kısa zamanda iç savaşa dönüştü. Ülke baştan başa harabeye döndü. Bir milyona yakın insan hayatını kaybederken milyonlarcası sığınmacı oldu veya ülke içinde başka yerlere göç etmek zorunda kaldı. Suriye bugünkü haliyle Türkiye’nin güvenliğine ve bütünlüğüne yönelik tehditlerin ana merkezi haline gelmiş durumda.
İki küresel aktör, ABD ve Rusya Ortadoğu’da Suriye üzerinden güç denemesi yapıyorlar. Yeni Suriye jeopolitiğini siyasal ve ekonomik çıkarlarına, emperyal amaçlarına göre düzenlemek istiyorlar.
Küresel ölçekli bu mücadelede, İran, Suriye hükümeti ve Lübnan’daki Hizbullah Rusya’nın, İsrail, Suudi Arabistan, Mısır ve BAE, ABD’nin yanında yer almış bulunuyor. Rekabet halindeki iki eksenli bu bloklaşmada, taraflardan hangisi üstünlük sağlarsa sağlasın, sonuç Türkiye’nin lehine olmayacak; hayati çıkarlarımız ağır bir tehditle karşı karşıya kalacak. Zira tarafların ikisinin de bölgenin yeni statüsüyle ilgili projeleri, hedefleri Türkiye’nin çıkarlarıyla örtüşmüyor; tersine çelişiyor. Türkiye durumun farkında olduğundan, askeri gücünü kullanarak olup bittileri engellemek, kontrolü elinde bulundurmak, bölgenin kaderinin belirleneceği görüşme masalarında bulunmak istiyor.
Abd İle Yol Ayrımındayız
Ancak bunu sağlamak kolay değil. NATO bünyesinde yarım yüzyıldır ilişkimiz bulunan, soğuk savaş döneminde Sovyet tehditlerine birlikte karşı durduğumuz ABD, bu ittifakın ahlâkî ve siyasi sorumluluklarını çoktandır unutmuş durumda. Türkiye’yi Suriye’de PYD-PKK üzerinden bir Kürt devleti kurma projelerinin ve bölgesel hâkimiyet girişimlerinin önündeki engel olarak görüyor; hasım olarak algılıyor. Politik, askeri ve ekonomik her türlü imkânını kullanarak direncini kırmaya çalışıyor.
Washington’da bir süredir kurumlar arası dengeler değişmiş bulunuyor. Pentagon yani askerler ABD emperyalizminin plânlayıcısı ve yürütücüsü konumuna geldi. Bu ekip ve ABD istihbaratı dünyanın en büyük askeri gücü olmanın yarattığı şımarıklığın ve bencilliğin etkisiyle, dilediklerini yapabileceklerine inanıyor. Ortadoğu’da geleneksel ittifak ilişkilerinin kağıt üzerinde kalıp geçersiz sayıldığı, hayati çıkarlarımızı tehdit eden, PKK-PYD’yi müttefik sayan bir ABD gerçeğiyle karşı karşıyayız.
Rusya İle Nereye Kadar?
Diğer taraftan Rusya ile uçak krizinden sonra giderek gelişen, Suriye meselesinde yakın işbirliğine dönüşen ilişkilerimizin ne derece güvenilir ve kalıcı olduğunu bilemiyoruz. Rusya, Türkiye’nin Batı’dan özellikle ABD’den uzaklaşmasını memnuniyetle izliyor. Fakat Suriye’nin geleceği konusunda Türkiye’nin çıkarlarıyla bağdaşmayan hesapları bulunuyor. PKK’yı terör örgütü saymıyor; PYD-YPG’nin Moskova’da bürosu var. Bölgede bu terör gruplarıyla ilişkisini sürdürerek Kürt kartını ABD’ye kaptırmamak istiyor.
Rusya, Esad’ı güçlü şekilde destekleyerek yıkılmamasını sağladı; minnettarlığını kazanarak ilişkilerini tahkim etti. Şimdi de ülke genelinde rejimin yeniden egemen olabileceği ortamın oluşması için desteğini sürdürüyor. İKBY’nin benzeri bir statü verilmesi karşılığında, Şam rejimiyle Kürtleri uzlaştırmanın hesabını yapıyor. Moskova, Washington’un YPG’yi silahlandırıp kara gücü olarak kullanmasından sonra, sınır muhafızlığı görünümüyle otuz bin kişilik ordu kurmaya kalkışmasını, Kürtlerin ABD ile anlaştığı şeklinde yorumlayıp tepki gösteriyor.
Türkiye’nin Astana’da Rusya ve İran’la mutabakat sağlayarak, İdlib’de ilan edilen çatışmasızlık, rejim güçlerinin yılın ilk günlerinden itibaren bu bölgeye operasyon başlatmasıyla bozuldu. Esad’ın askerlerinin stratejik öneme sahip Ebu Zuhur askeri havaalanını kontrol altına almak üzere başlattığı saldırı, Rus uçakları tarafından havadan desteklendi. İlk başta 31 Aralık’ta Hmeymim’deki Rus üssüne dronlarla yapılan saldırı girişimi operasyonun gerekçesi olarak gösterildi. Sorumlunun İdlib’deki radikal İslamcı Fetih el Şam adlı örgüt olduğu öne sürüldü. Ancak birkaç gün sonra Moskova’dan yapılan açıklamalarda, bunun doğru olmadığı, saldırının kimin tarafından yapıldığının kendilerince bilindiği ifade edilerek ABD işaret edildi. Fakat çatışmasızlık bölgesine yönelik Rusya’nın havadan desteklediği operasyonlar sürerken, Türkiye’nin Rusya ve İran’a sorumluluklarının gereğini yapma çağrıları cevapsız bırakıldı. Ay sonunda Suriye’nin geleceğinin belirleneceği kritik Soci toplantısından önce, Şam rejimi elini güçlendirmek maksadıyla bu saldırıları düzenlerken bunlara engel olmayan Kremlin, bir yandan da “sürece yönelik diyalog devam edecektir” açıklamasıyla Ankara’yı oyalamaya çalışıyor. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı David Satterfield kısa süre önce yaptığı açıklamada, Suriye’nin kuzeyindeki yapılanma konusunda, ABD ile Rusya’nın uzlaştığını ifade etmişti. Diplomasi büyük kısmıyla kapalı yürütülen bir ilişkiler ağıdır. Moskova ile Washington iki süper güç olarak kavga ediyor görünseler bile, birbirlerinin ayağına basmanın, daha ileriye gitmenin iki tarafın da zararına olacağını iyi bilirler. İlişkileri bir süre sonra normalleşir, arada harcanan bizim gibi ülkeler olur.
Cumhurbaşkanının Mesajları : Son İkazlar
Cumhurbaşkanı Erdoğan art arda yaptığı açıklamalarla İdlib’den sonraki hedefimizin Afrin olduğunu, bir hafta içerisinde sonuç alınarak güneyimizde terör koridoru oluşturma girişiminin kesinlikle engelleneceğini açıkladı. Bu açıklamalarla birlikte Afrin’e yönelik topçu bombardımanlarının başlatılması plânlanan operasyonun bir adımı olabilir.
Afrin, stratejik öneme sahip kritik bir bölge. Buranın teröristlerden temizlenmesi Türkiye açısından büyük önem taşıyor. Bunun sağlanması durumunda, ABD’nin desteğiyle terör örgütünün kontrolündeki kantonların birleştirilip Akdeniz’e uzanan siyasi ve etnik bir entitenin oluşturulması engellenmiş olacak. Amanos dağlarında Hatay ve Osmaniye’ye düzenlenen terör saldırıları son bulacak.
ABD, PKK-PYD’yi kullanarak bölge jeopolitiğini kendi hedeflerine göre düzenlemeye kalkışırken, onun Türkiye’nin ülke bütünlüğüne ve güvenliğine nasıl bir tehdit olacağını elbette biliyor ama İsrail’in güvenliği Washington için her şeyden önemli olduğundan bunu umursamıyor. Bölgede gerilim giderek yükselirken, hudut güvenliğini sağlamak gibi tuhaf bir gerekçeyle YPG’lilerden oluşan otuz bin kişilik bir ordu kuracağını ilan ediyor.
Sırf hudut güvenliği maksadıyla bu çapta bir ordu kurulması bugüne kadar görülmüş bir şey değil. Güvencesinden söz edilen hattın ağırlıklı kısmı Türkiye’nin Suriye ile olan sınırı. Yani Washington’dakiler terör örgütünü Türkiye’ye karşı koruma altına alacaklarını açıklamış oluyorlar. Bu girişim aslında ABD’nin son yıllarda binlerce ton silah vererek, eğiterek oluşturduğu, kara gücü olarak kullandığı PKK-YPG ordusunu resmileştirmek, meşrulaştırmak anlamına geliyor. Aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri’nde giderek derinleşen Türkiye karşıtlığının çapını, ciddiyetini ve husumetin nerelere kadar uzanabileceğini gösteriyor.
Bu gelişmeler üzerine Cumhurbaşkanı Erdoğan son derece net mesajlar verdi, dönüşü olmayan bir yola girilmekte olduğunu vurguladı: “Müttefikimiz dediğimiz bir ülke tüm ikazlarımıza rağmen sınırlarımız boyunca bir terör ordusu kurmakta ısrar ediyor. Türkiye sınırları boyunca kurulacak bir terör yapılanmasının Türkiye’den başka hedefi olabilir mi? Terör örgütünün üslerindeki bayrakları kendiniz indirin ki, biz alıp size teslim etmek zorunda kalmayalım. TSK en kısa zamanda Afrin, Mümbiç meselesini Allah’ın izniyle halledecek. Harekât her an başlayabilir.”
Cumhurbaşkanı’nın bu derece açık konuşması TSK’nın geniş bir operasyon hazırlığının bulunduğunu, karar safhasına gelindiğini gösteriyor. Afrin bizim için olduğu gibi, karşımızdakiler açısından da çok önemli bir bölge. Nüfusunun önemli kısmını Kürt kökenliler oluşturuyor. PKK’nın 80’lerin başındaki ilk eylem dönemlerinden başlayarak Afrin’den terör örgütüne eleman ve para desteğinin sağlanmış olması burada PKK eğilimli bir tabanın varlığı anlamına geliyor. Ayrıca Türkiye’nin aylardan beri oraya yönelik operasyon ihtimalinin dillendirilmekte oluşu üzerine terör örgütü burada elinden geldiğince hazırlık yaptı; militan yerleştirdi. Kara harekâtını yapan birliklerimizin havadan etkili şekilde desteklenmesi gerekiyor. Bunun için Rusya’nın onayına ihtiyacımız olduğuna göre, umarız buna ilişkin bir anlaşma yapılmıştır. Halen Rusya’nın Afrin’de sınırlı da olsa askeri varlığının bulunduğu biliniyor.
Nereden Nereye
Türk milleti, hayati önem taşıyan bu sorunu çözmek için millî seferberlik halinde her türlü fedakârlığı elbette yapar, ancak yönetim sorumluluğunu taşıyanların izlenecek politikaları belirlerken, yakın geçmişten ders almaları, güç dengelerini doğru okumaları, kısacası hesabı doğru yapmaları gerekiyor.
Unutmayalım ki yedi yıl önce Suriye’de ne ABD ve ne de Rusya vardı; ne de jeopolitik bir deprem söz konusuydu. Ankara – Şam ilişkileri olağanüstü yakın ve sıcaktı. İki ülke arasındaki hudut neredeyse fiilen kaldırılmıştı. Ticari, ekonomik ve sosyal ilişkiler hızla yoğunlaşıp gelişiyordu.
Ankara, Suriye’deki olayların başladığı dönemde durumu, şartları ve muhtemel gelişmeleri doğru okuyamadı. BAAS rejiminin ne kadar örgütlü olduğunu, başta ordu, polis ve istihbarat olmak üzere devletin stratejik kurumlarının tümünü kontrolünde tutmasını önemsemedi. Muhaliflerin ve özellikle Müslüman Kardeşler örgütünün gücünü fazla abarttı. Şam rejiminin kitlesel tepkiler karşısında fazla direnemeyip çökeceğine inanıldı. Muhaliflere yardım konusunda ilk başlarda Türkiye ile birlikte hareket eden ABD, kısa süre sonra kenara çekildi; Kürtlerle işbirliğini tercih etti. Türkiye yalnız bırakıldı.
Bu dönemde Şam rejiminin meşruiyetini kaybettiğini, Esad’ın çekilmesinin şart olduğunu ilan edip bütün ilişkileri kesmek yerine daha diplomatik bir yöntem izlenemez miydi? Muhalifleri silahlı mücadeleye yönlendirmek yerine rejimle diyaloga teşvik etmek, uluslararası kamuoyuyla ilişki kurmalarını sağlayarak, Esad’a çeşitli kanallardan yoğun baskılar ve telkinler yaparak farklı bir ortam oluşturulması gerçekten imkânsız mıydı? Müslüman Kardeşler’in, arkasında iktidar olmalarını sağlayacak yoğun bir halk desteği olmamasına rağmen silaha sarılıp şartları zorlamasının doğuracağı sonuçlar neden düşünülmedi? Olaylara Emevi Camii’nde çok kısa süre sonra Cuma namazı kılmak üzere randevu verecek kadar romantik ve duygusal bakmanın, şartları objektif değerlendirmemenin nelere yol açtığını görmek zorundayız. Zira yapılan yanlışların varlığı görülüp kabul edildiği ölçüde bunların tekrarı ihtimali azalmış olur.
Muhaliflere verilen destekler tam anlamıyla hayal kırıklığı oldu. Aralarında gruplaştılar, bölündüler, çoğu kere rejimle mücadele etmek yerine birbirleriyle boğuşmayı tercih ettiler. Bu arada IŞİD ve El Nusra gibi fanatik cihatçı örgütlerin ortaya çıkması hem Suriye’deki muhalefete hem de dünyadaki Müslüman imajına büyük zarar verdi. Onların vahşete varan eylemlerinin etkisiyle muhalifler hatta Müslümanlar dünya kamuoyunda insani değerlere düşman, bütün toplumlar için tehdit oluşturan radikal unsurlar gibi algılanmaya başlandı.
Şam rejimi varlığını koruma telaşıyla Suriye’nin kuzeyini PKK-PYD’ye bırakıp çekildi. İç savaş giderek şiddetlenirken, ABD ve Rusya ile İran IŞİD’i bahane göstererek Suriye’ye girdiler. Sonuçta oluşan kaostan Suriye halkıyla birlikte en büyük zararı Türkiye görmüş oldu.
İhtiyacımız Hamaset Değil Diplomasidir
Uluslararası ilişkilerde zamanı geriye çevirip olayları yeniden yaşamak mümkün olmadığına göre, durumu doğru değerlendirip zararın telafisine bakmalıyız. Şu sırada en sakıncalı şey altı boş, mantıktan yoksun hamasettir. İçeriye yönelik sertlik dozu yüksek mesajlarla sadece duygular tatmin edilmiş olur. Reel politik faktörlerin geçerli olduğu uluslararası ilişkilerde bu tarzın, geçmişte faydası olmadığı gibi günümüzde de olmaz. Son yarım yüzyıllık tarihimiz bunun örnekleriyle doludur.
Tablo ortada. Suriye sorunu uluslararası bir meseledir. Türkiye’nin, şu sırada Rusya ve İran ile birlikte yürüttüğü politikayı sürdürmesi, ay sonunda Soci’de yapılacak toplantıda bunun bazı somut sonuçlarını sağlayıp sahaya yansıtması gerekiyor. Afrin’e yapılacak operasyona, bu ülkelerin yanı sıra Şam rejiminin de karşı çıkmamasının bir yolunu bulmalıyız. Çünkü Birleşmiş Milletler Suriye’nin meşru yönetimi olarak Şam rejimini tanıyor. Şam’ı Rusya’nın da desteğiyle ikna edip tepkisiz kalmasını sağlamadığımız taktirde, ABD’nin desteğini de arkasına alarak Birleşmiş Milletler’e başvurabilir; Türkiye zor durumda kalabilir.
Afrin’le Mümbiç’in PYD-YPG’den kurtarılmasından sonra buralarda kalıcı bir istikrarın sağlanabilmesi, toplumsal zeminin hazırlanması gerekir. Bunlar sadece askeri güçle mümkün olamayacağına göre, taraflar arasında ilişkileri mümkün olduğunca normalleştirmek suretiyle bu ortamı hazırlamaya bakmalıyız.
Abd Provokasyon Mu Yapıyor?
Bir hususun daha etraflı şekilde düşünülüp değerlendirilmesi gerekiyor. Washington ne kadar hırslı ve gözünü karartmış olursa olsun aptal değil; Türkiye’nin PKK-PYD üzerinden bir terör koridoru oluşturularak kuşatılmak istenmesine gösterdiği tepkiler bilinmesine rağmen, durup dururken terör ordusu kurmaya kalkışmanın doğuracağı sonuçları hesaplamamış olabilir mi? Rusya bile buna dikkati çekerken Pentagon’un bunu atladığını düşünemeyiz. Ateşe benzin döker gibi bu tarz bir provokasyona yönelmenin nedeni açıktır; Türkiye savaşa girmek zorunda bırakılıyor. Bunun olması durumunda Amerika’nın kaybedecek fazla bir şeyi yok. Çünkü Suriye’de YPG’yi kara gücü şeklinde kullanıyor. Afrin’de de Türk askerinin karşısına onları çıkaracak. Sonuçta Türkiye teröristleri tepeleyecek, ancak bunun da bir maliyeti olacak. Washington teröristleri kullanarak Türkiye’yi ekonomik ve siyasal alanlarda yıpratmaya, uluslararası alanda sıkıştırmaya çalışacak. Türkiye’nin bu tuzağa düşmemesi için diplomatik kanallardan etkili şekilde girişimler başlatması, yoğun bir kamu diplomasisi ortaya koyması elzemdir.
Hukuk Ve Demokrasinin Önceliği
Türkiye’nin bölgede hâkimiyet peşinde olan ABD ve Rusya’ya karşı elini güçlendirmesi için Avrupa’ya her bakımdan ihtiyacı var. Son dönemde Türkiye ile başta Almanya ve Fransa olmak üzere AB üyesi ülkeler arasında yaşanan gerginliğin aslında makul bir nedeni yoktur. Daha ziyade iç politikayla ilgili faktörlerden kaynaklanan gerilimin süratle düşürülmesi iki tarafın da yararınadır. Çünkü ekonomi ve güvenlik gibi konularda bizim Avrupa’ya olduğu kadar, onların da Türkiye’ye ihtiyacı var. İlişkilerin normalleşmesinin rasyonel zemini hukuk ve demokrasidir. Türkiye’nin bu alanlarda ivmesinin yükselme eğiliminde olduğu dönemlerde itibarımız artmış, uluslararası platformlarda bunun somut sonuçlarını almıştık. Türkiye’nin 2006’da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Geçici Üyeliği’ne Avrupa kontenjanından çok büyük destekle seçilmiş olması, Mevlüt Çavuşoğlu’nun Avrupa Konseyi Parlamenterler Konseyi Başkanlığı bunun somut örnekleridir. Acımasız bir rekabetin yaşandığı günümüz dünyasında, Türkiye’nin hem bölgesel konularda, hem de dünyada yalnız kalmaması için hukuk ve demokrasi konularındaki eksiklerimizi telafi etmeye, imajımızı normalleştirmeye mecburuz. Hukuk devletinin, tarafsız ve adil yargının, demokrasinin evrensel standartları vardır; bunları siyasi mülahazalarla esnetmeye çalışmanın kendimizi avutmaktan başka bir sonucu olamaz.
Dış ilişkilerin haklarımızı ve çıkarlarımızı koruyacak yönde yürütülmesi, dış politikanın başarılı olması sadece askeri güç kullanılarak sağlanamaz. Onun yanı sıra ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel bütün imkânların uyumlu şekilde bir bütün olarak yürütülmesi gerekir. Hukuk ve demokrasi alanlarında boşlukların oluşması bu politikada meşruiyet krizine yol açar.