Türkiye – ABD İlişkileri Stratejik Ortaklıktan Soğuk Savaşa Evriliyor
Zeytin Dalı Harekâtı plânlandığı tarzda temkinli bir şekilde başarıyla yürütülüyor. Harekâtın ilk on gününe girilirken 600’e yakın teröristin etkisiz hale getirilmesi, Afrin şehir merkezine ulaşım bakımından stratejik öneme sahip Burseya Dağı’nın temizlenmesi, Türk ordusunun gücünün ve savaş kabiliyetinin çok ileri düzeyde olduğunu gösteren başarılardır.
Elverişsiz hava şartlarına ve sivillere zarar vermemek için büyük özen gösterilmesine rağmen önceden belirlenen hedeflere ulaşılmış bulunuyor. Harekâtın, bundan sonraki aşamasında silahlı kuvvetlerimizi yoğun bir sokak savaşı bekliyor. 150 binden fazla insanın yaşadığı ve on bin civarında teröristin bulunduğu Afrin’de, terör örgütünün çok geniş bir tahkimat yaptığı, ABD’den edindiği konvensiyonel silahları kullanmaya hazırlandığı biliniyor. Elinden geldiğince direnip zaman kazanmak, Batı dünyasındaki destekçileriyle, sempatizanlarıyla geniş bir propaganda kampanyası yürüterek lehine bir kamuoyu oluşturmaya çalışmak niyetinde. Böylelikle Ankara çeşitli kanallardan baskı altına alınarak geri adım atmaya zorlanacak.
Türkiye’nin bir yandan operasyonu sürdürürken, diğer yandan tüm diplomatik kanallarını etkili şekilde kullanarak, sivil toplum ve meslek kuruluşlarını, akademik çevreleri, medyayı da arkasına alarak kamu diplomasisi yürütmesi gerekiyor.
Askeri harekâtın şu ana kadar başarıyla yürütülmekte olması, işimizin kolay olduğu gibi yanlış ve tehlikeli bir algıya yol açmamalıdır. Çünkü görünenden çok daha ciddi, tarihi öneme sahip milli bir meseleyle karşı karşıyayız. Karşımızda sadece terör örgütü bulunmuyor; ABD ile ilişkilerimizde makas giderek açılıyor. İki devlet arasında 66 yıl önce NATO bünyesinde kurulmuş olan, stratejik diye tanımlanan ilişkiler kağıt üzerinde sürüyor görünse bile, adeta bir “soğuk savaşa” dönüşmüş durumda.
Geçen ay Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başkan Trump’ın telefon görüşmelerinin yazılı açıklamalarındaki farklılık, Ankara ile Washington arasında oluşan uçurumun kolay kapatılır nitelikte olmadığını gösteriyor. Trump telefonda söylememiş bile olsa, Washington’un açıklamasındaki ton iki ülke arasında yaşanan gerilimin çatışma riski taşıyabilecek kadar ciddi olduğu anlamına geliyor.
Bilahare ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı McMaster, Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın’ı arayarak PKK-PYD’ye artık silah vermeyeceklerini söyledi. Ancak Ankara haklı olarak bunu inandırıcı bulmadı, kuşkuyla karşıladı. Hükümet sözcüsü Bozdağ, açık açık ABD’nin şimdiye kadar verdiği sözleri tutmamasından dolayı, açıklamanın inandırıcı olmadığını ve “Türkiye’nin sadece söze bakmayacağını, icraata bakılacağını” ifade etti.
ABD’de, bu ülkenin ekonomik, teknolojik ve askeri gücüyle, bilimsel potansiyeliyle bağdaşmayan bir yönetim kargaşası yaşanıyor. ABD ile Rusya arasında 21.yüzyılın en büyük küresel meydan okunmasının yaşandığı, bölgesel ve küresel hâkimiyet hesaplarının yapıldığı Ortadoğu’da, rakip iki ülkenin politikaları arasında stratejik ve taktik hedefler ile güçlerin koordinasyon ve uyumu açısından ciddi bir kalite farkının olduğu görülüyor.
Rusya, hedeflerini başından itibaren belirlemiş; reel politik ortamı doğru değerlendirerek, askeri ve ekonomik potansiyelinin çapını, imkânlarını bilerek, Suriye rejiminin himayesini üstlenerek hedeflerine ulaşmaya çalışıyor. Günümüzde Ortadoğu’da artık Rusya’nın onay vermediği jeopolitik bir gelişmenin olması mümkün değil.
Buna karşılık ABD’nin izlediği politikaların, yaptığı tercihlerin rasyonalitesi bulunmuyor. Sosyolojik anlamda milletleşmemiş, politik açıdan ulus devlet aşamasına gelmemiş olan, nizami bir ordusu bulunmayan etnik bir örgütü, bölgenin en güçlü ordusuna, NATO içerisinde kendisinden sonra en büyük ve etkili silahlı kuvvetlerine sahip olan Türkiye’ye tercih ediyor. PYD-YPG ile stratejik ittifak kuruyor; koruyup silahlandırıyor. Bununla da yetinmeyerek 30 bin kişilik bir terör örgütü kurma girişimi başlatıyor. PYD’nin, PKK’nın Suriye uzantısı olduğunu çok yakından bilmesine rağmen, Ankara’yı zeka özürlü sayarcasına oyalamaya, bu gerçeği ısrarla saklamaya kalkışıyor.
ABD yönetimi hedeflerine ulaşmak maksadıyla attığı adımların, Irak’ta olduğu gibi başarısız kalmasını da önemsemiyor. Çünkü geride bıraktığı enkazın faturasını nasıl olsa kendisi değil, bölge halkları ve yönetimleri ödüyor. Washington, Suriye’de IŞİD’e karşı mücadele amacıyla oluşturulmuş olan ve Türkiye’nin de içerisinde yer aldığı “koalisyon”u umursamadan, haberdar etme gereği duymadan adımlar atıyor. YPG’yi kara gücü olarak kullanarak örgüte meşruiyet alanı kazandırmak istiyor.
ABD’nin bu bencil ve irrasyonel tutumu NATO’yu derin bir çıkmazla karşı karşıya bırakmış durumda. Washington’dakiler hem bu örgütün, hem de bölgedeki koalisyonun esas sahibi, hatta efendisi oldukları duygusuyla, tek başlarına karar almalarının hakları olduğuna inanıyorlar. NATO’nun, ABD’nin bu tutumu sonucunda ve bugünkü silik ve etkisiz görünümüyle artık küresel ittifaklar döneminin kapanmakta olduğu, Türkiye ile Rusya arasında yapıldığı tarzda, konjonktürel bağlantılar sürecinin başladığı söylenebilir. NATO Genel Sekreteri durumun farkında olduğundan, Türkiye’nin örgütten büsbütün kopmaması için çaba sarf ediyor, tansiyonu düşürmeye çalışıyor. Afrin operasyonunu yapmanın, terörden en fazla zarar gören bir ülke olmasından dolayı Türkiye’nin hakkı olduğunu belirten mesajlar veriyor. Bunu yaparken diğer yandan operasyonun itidalli ve sınırlı kalması gerektiğini belirterek, Washington’un gönlünü de almaya çalışıyor.
Trump’ın başında olduğu bugünkü Amerikan yönetiminin en belirgin özelliği “çok başlı” olmasıdır. Ortadoğu ve Suriye başta olmak üzere, bu ülkenin küresel çaptaki politikalarını siyasetçiler değil Pentagon yürütüyor. Milli Savunma Bakanı Mattis, Milli Güvenlik Başdanışmanı McMaster, Beyaz Saray Genel Sekreteri Kelly ile CENTROM (Merkezi Kuvvetler) Komutanı Joseph Votel’in oluşturduğu grup ipleri elinde tutuyor. Dışişleri Bakanı Tillerson makamında iğreti oturuyor ve karar mekanizmasının dışında tutuluyor. Başkan Trump’ın bu cuntanın gücünü etkisiz kılacak ne bir iradesi ve otoritesi, ne de niyeti var. Bu grubun bizim açımızdan en önemli özelliği Türkiye karşıtı olmalarıdır. Ortadoğu’da görev yaptıkları sırada yaşanan 1 Mart tezkeresi olayının travmasından kurtulabilmiş değiller.
Diledikleri her şeyi yapabileceklerine olan inançları nedeniyle, belirledikleri bölge politikasına Ankara’nın karşı çıkıp direnmesini hazmedemiyorlar. Ayrıca Neo-Con’ların politik, Evanjeliklerin teolojik bağnazlıklarından kurtulamadıklarından, hastalıklı bir zihniyet sorunları da var. Diğer yandan ABD kamuoyunda, aydınlar ve bürokratlar arasında son yıllarda giderek yoğunlaşan bir Türkiye aleyhtarlığı mevcut. Bu ortamın oluşmasında Amerika’daki Yahudi, Rum ve Ermeni lobileriyle birlikte, belirli bir güce sahip bulunan Kürt grupları ile FETÖ mensuplarının önemli katkıları bulunuyor. Sonuçta Türkiye’nin karşısında günümüzde, artık eski bir stratejik ortak değil, yönetimiyle, askeri ve sivil bürokrasisiyle, lobileriyle Türkiye karşıtlığı konusunda hemfikir küresel bir yapı yani ABD gibi tehlikeli bir rakip bulunuyor.
Türkiye olarak politikalarımızı bu gerçeklerin ışığı altında geliştirmek, farklı ilişkiler kurarak siyaset alanımızı genişletmek zorundayız. Bunu yapmadığımız takdirde, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın dediği gibi “uluslararası camiaya eğer kendimizi anlatamazsak, meydanda kazanırız, masada kaybederiz”. Halen Suriye’de Rusya ile mutabakat halinde adımlar atılması doğru bir tavırdır. Nitekim bunun semeresi hava sahası konusunda alınmış oldu. Ancak bununla yetinemeyiz. Çünkü yaşanılan, siyasi, askeri ve ekonomik şartlar her açıdan ağırdır.
Ortadoğu’da kimse kimseye güvenmiyor. Bölgedeki aktörlerin çıkarları, hedef ve beklentileri çoğu yerde birbiriyle çelişiyor. Mesela Rusya ile mevcut mutabakatın, Suriye’nin geleceği ve rejimin durumu ile ilgili konularda nereye kadar gidebileceğini bilemeyiz. Rusya’nın Şam rejiminin kontrolünde Kürtlere otonomi vermekten yana olduğu biliniyor. Moskova, muhaliflerin rejimin otoritesini tanımalarını, Suriye’nin yeni yapılanmasında inisiyatif almaya kalkışmamalarını istiyor. Bu konular masaya geldiğinde Ankara ile Moskova’nın şimdiki mutabakatı muhtemelen sürmeyebilir.
Türkiye’nin yaygın bir güvensizliğin ve belirsizliğin hüküm sürdüğü, yoğun rekabetin yaşandığı Ortadoğu’da, milli çıkarlarını koruması, tehlikeli bir rakip olan ABD’den gelmesi muhtemel olumsuz girişimleri savuşturabilmesi için Batılı ülkelerle ilişkilerini normalleştirmesi, yalnızlıktan kurtulacak etkili adımlar atması gerekiyor. Başka bir ifadeyle “dostlarımızı çoğaltacağız” açıklamalarını hayata geçirecek siyasi açılımları başlatmak zorundayız. Batılı ülkelerin bazılarının Türkiye ile ilgili farklı ajandalarının, siyasi hesaplarının olduğunu, Batı kamuoyunda giderek tırmanan yabancı düşmanlığıyla paralel şekilde bir Türkiye karşıtlığının bulunduğunu görüyoruz. Ancak bütün bunlara rağmen makul bir siyaset izlenmesi, gereken açılımların yapılması durumunda olumsuz faktörlerin geriye çekilerek daha farklı bir ortamın oluşması imkânsız değildir. Çünkü AB’nin lokomotifi konumunda olan Almanya ve Fransa’nın Türkiye ile ilişkilerin normalleşmesi bizim kadar onların da yararınadır. Politikalarını duygularıyla değil, akılları ve çıkarlarıyla belirleyen pragmatist Batılılar için Türkiye, kenara itilecek bir partner değildir.
Türkiye’nin imajına olumsuz etki yapan en büyük faktör hukuk, demokrasi ve yargı konularında yaşanan sorunlardır. Bu sorunlar sadece Türkiye’nin Batı ile ilişkilerini tıkamakla kalmıyor, içeride de toplumsal huzuru, güven duygusunu zedeliyor. Eksikliklerine rağmen evrensel standartlara uygun, demokratik ortamın, hukuk ve yargı sisteminin olduğu dönemde, bu tablo, hem içeride toplumsal istikrarı sağlıyor, hem de dışarıda ülkemizin itibarını yükseltiyordu. Türkiye 2006’da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Geçici Üyeliği’ne çok büyük destek alarak seçilmişti. Ancak birkaç yıl sonra tekrar aday olduğumuzda gerekli desteği bulamamış, hayal kırıklığı yaşamıştık. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu o dönemde Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Başkanlığı’na seçilmiş, onursal başkan olmuştu. İçeride yapılan anketlerde halkımızın büyük çoğunluğunun en fazla yargıya güvendiği görülüyordu. Oysa şu sıralarda hem bu güven alt sıralara inmiş durumda, hem de Batılı ülkelerden çeşitli kanallardan ve yönetim kademelerinden gelen yoğun eleştirilerle karşı karşıyayız.
Türkiye bugün Batılılar nezdinde demokrasisinin kalitesi, hukuku, yargı sistemi sorunlu bir ülke olarak görülüyor. Batılılar nezdinde güçler ayrılığının olmadığı yahut işlemediği, yargının siyasal etkiye açık olduğu bir sistemin yasal dayanaklarının olması, sandık sonuçları bu ülkede hukuk devletinin ve demokrasinin varlığı açısından yeterli sayılmıyor. Ayrıca haklı gerekçelerle ilan edilen OHAL’in, süresi belirsiz bir uygulamaya dönüşmesini, hukukun üstünlüğünü ilke olarak benimsemiş çevrelere kabul ettiremezsiniz. AİHM’nin muhtemelen Şubat ayında vereceği ülkemizdeki yargı kararlarıyla ilgili kararlar, muhtemelen lehimizde olmayacak, sorunu biraz daha ağırlaştıracaktır.
Bütün bu eleştirileri “canları cehenneme” diyerek dikkate almamak, yok saymak, sandıktan çıkan sonuçlardan başkasını umursamamak bizi hukuk ve demokrasisi askıda olan üçüncü sınıf ülkeler düzeyine indirir, itibarsız hale getirir. Bunun hem dış ilişkilerde, hem de ekonomik ve sosyal alanlarda olumsuz sonuçları olur. Yanlışta ısrar yerine Türkiye’yi hukuk sistemine ve yargısına güvenilen ülkeler ligine yükseltecek reformların yapılması durumunda önümüz açılır, bir çok sorunumuzun çözümü kolaylaşır.
Diğer yandan, Zeytin Dalı Harekâtı Kıbrıs Barış Harekâtı’nda olduğu gibi çok büyük bir milli destek buluyor. Bilinen marjinal grupların dışında herkes askerimizin arkasındadır. Bu tablonun özenle korunması gerekiyor. Askerimizin kanı pahasına kazandığı başarıyı, kimse siyasi ranta dönüştürmeye kalkışmamalıdır. Türk milletinin, milli bir dava olarak benimsediği harekât, anlamına uygun tarzda siyasi tartışmaların, polemiklerin üzerinde tutulmalıdır. Toplumu aynı duygular ve değerler etrafında toplayarak “millet olma” niteliği kazandıran bu gibi milli olaylar sık yaşanmaz. Dolayısıyla olanın kıymetini bilelim ve bundan milli bekamız, bütünlüğümüz adına azami şekilde yararlanmaya bakalım. Bunun yerine getirilmesi şehitlerimize ve gazilerimize karşı vebalimiz ve vecibemizdir.