Ortadoğu’da Uluslararası Bir Tiyatro Oyunu Oynanıyor
Ortadoğu’da, başrollerde ABD ve Rusya’nın olduğu, çok sayıda küresel ve bölgesel oyuncunun, etnik ve mezhebi terörist grubun yer aldığı uluslararası bir oyun sahneleniyor.
Oyunun özelliği rollerin, görüntülerin, karakterlerin her an değişebilir olması. Oyuncuların bir sonraki sahnede nasıl bir görüntü vereceğini, birbirlerine tavırlarının ne olacağını, olayların akışını önceden kestirmek mümkün değil. Her an bir sürprizle karşılaşmak artık şaşırtıcı olmuyor. Çünkü her oyuncunun kendine özgü hedefleri, niyetleri bulunuyor. Ancak sonuçta neyin olacağına başroldeki iki oyuncu karar veriyor. Dostluk, ahde vefa gibi insani ve ahlâkî hassasiyetlerin, hak, adalet ve inanç gibi değerlerin bu oyunda yeri yok. İlişkiler çıkarlar üzerinden beslenip düzenleniyor. Bundan dolayı bölgenin harabe haline gelmesi, kadim kültür ve medeniyet merkezlerinin yıkılıp yağmalanması, milyonlarca insanın ölümü, çok daha fazlasının sığınmacı haline gelmesi görmezlikten geliniyor. Başoyuncular, kendilerinin yol açtığı vahşet tablosunu oyunun doğal parçası saymanın rahatlığı içerisinde bölgeye silah yığmaya, çatışmaları kışkırtmaya devam ediyorlar.
Rusya, rolünü geleneksel yöntemine uygun tarzda kaba güç ve şiddet üzerinden yürütüyor. Hedeflerini net şekilde belirleyen, kendi içinde tutarlı bir devlet politikası, kurumlar arasında ileri düzeyde uyum ve işbirliği mevcut. Bundan dolayı politikalarında ciddi bir çelişki ve aksama olmuyor.
Buna karşılık, askeri ve ekonomik gücü Rusya’nınkinden çok daha fazla olan ABD tutarlı, istikrarlı ve güvenilir bir politika sergileyemiyor. Çünkü Washington’da kurumlar ve yöneticiler arasında derin bir karmaşa yaşanıyor. Ülkede çok güçlü etnik ve dini lobiler, silah, petrol ve finans zenginlerinden oluşan büyük sermaye grupları var. Bir taraftan bu kesimler, diğer taraftan emekli ve muvazzaf askerler (Pentagon) ülkeyi yönetmek, başkanı etkilemek, dış politikayı yönlendirmek için aralarında yarışıyorlar. Ülke çapında hayli yaygın olan Evanjelik ve Neo-Con’ların etkisiyle ABD’de ciddi bir entelektüel zaaf ortaya çıkıyor; bağımsız ve rasyonel düşünme kabiliyeti giderek aşınıyor.
ÇİRKİN AMERİKALI
ABD dış politikasında hukuk ve adalet gibi evrensel değerleri, demokrasiyi makyaj malzemesi olarak kullanıyor. Afganistan’dan Ortadoğu’ya uzanan geniş bir coğrafyada egemen olmak, geri ve ilkel gördüğü bura halklarına kendince bir düzen getirmek maksadıyla yürüttüğü operasyonların sonuçlarıyla yüzleşmekten kaçınıyor. Böylece milyonlarca insanı kana ve gözyaşına boğan, ülkeleri perişan eden bir “çirkin Amerikalı” görüntüsü ortaya çıkıyor; Ortadoğu ve Asya’nın üzerine bir kâbus gibi çöküyor.
İşin trajikomik yanı, Washington’dakiler bütün bu yaptıklarını Büyük Ortadoğu Projesi adı altında istikrar ve demokrasi adına yaptıklarını savunmaya çalışıyorlar. Ancak İsrail’den başka projeyi doğru bulan bir ülkenin bulunmadığını, himayelerine aldıkları Kürtlerin bile geçmişte karşılaştıklarına benzer bir “ihanet” korkusu içinde olduğunu, ABD’ye artık kimsenin güvenmediğini anlamak istemiyorlar.
EN BÜYÜK KOZUMUZ HAKLILIĞIMIZ
Türkiye, istikrarsızlığın, güvensizliğin, belirsizliğin tavan yaptığı insani, manevi ve ahlâkî değerlerin geçersiz olduğu, güvenilir bir dostunun bulunmadığı bu kaotik bölgede bekasına ve milli varlığına yönelik tehditlere karşı, doğal olarak kendini savunuyor. En büyük kozumuz haklılığımızdır. Bundan dolayı Türkiye’ye başka konularda sert eleştiriler yönelten Batılı ülkelerden, Zeytin Dalı Harekâtı’na karşı şu ana kadar ciddi bir tepki gelmedi. Batı dünyasındaki Türkiye karşıtı etnik ve ideolojik grupların çabaları sonuçsuz kaldı.
Türk ordusu Afrin’de sadece PKK-PYD-YPG terör örgütleriyle değil, bölgenin jeopolitiğini kendi çıkarlarına göre yeniden düzenlemek isteyen küresel ve bölgesel güçlere karşı mücadele ediyor. Bu güçlerin bölgeyle ilgili hesapları, niyetleri ve hedefleriyle Türkiye’nin milli çıkarları genellikle örtüşmüyor. ABD Suriye’de kara gücü yapıp silahlandırdığı, “güvenilir müttefik” konumuna getirdiği PYD-YPG’ye devlet statüsü kazandırmanın peşinde. Bunun dört parçalı büyük Kürdistan projesinin ilk ayağı olacağını, NATO’da 65 yıllık kader arkadaşı olan Türkiye’yi arkadan vurmak anlamına geleceğini, Rusya’nın senelerdir çökertemediği NATO ittifakını bu girişimiyle sabote ettiğini bile bile yapıyor.
PYD-YPG’nin, PKK’yı da içine alan, terör örgütünün anayasası sayılan KCK Sözleşmesini, çatı örgüt KONGRA-GEL’in Suriye’deki yapılanması olduğunu, hepsinin Kandil’den yönetildiğini herkes gibi Amerikalılar da çok iyi bilirler; ama bu gerçeği ısrarla görmezlikten geliyorlar. Stratejik müttefik olarak benimsedikleri terör örgütüne her cinsten beş bin tır dolusu silah ve mühimmat verdikleri yetmiyormuş gibi, 2018 bütçesine 550 milyon dolar tahsisat koyarak silah vermeyi sürdüreceklerini ilan ediyorlar.
KRİZ BİTMEDİ ERTELENDİ
Sürekli oyalandığını, verilen sözlerin hiçbirinin tutulmadığını gören Türkiye’nin, siyasi kaypaklık haline gelen ABD’nin bu tutumuna karşı noktayı koyması, kesin bir tavır alması gerekiyordu. Şubat ayı ortalarında ABD Dışişleri Bakanı ile Türkiye’de Milli Savunma Bakanı ile Brüksel’de yapılan görüşmelerde, ilişkileri kopma noktasına getiren kriz tamamıyla bitmese de ertelenmiş oldu. Kurulması kararlaştırılan ortak mekanizmaların ve üç çalışma grubunun Mart ayı ortasına kadar yürütülecek üst düzey temaslardan sonra ittifakın anlamına uygun yeni bir dönem başlayacak mı, karşılıklı güvensizlik ortadan kalkacak mı? ABD’nin Ortadoğu politikalarını yürütmekte olan Pentagon, Tillerson’un Türkiye ile ortak hareket etme konusundaki yaklaşımını benimseyerek, şu ana kadar sergilediği PYD-YPG yanlısı tutumunu değiştirir mi?
Bütün bu kuşkuların giderilmemiş olduğunu Cumhurbaşkanı Erdoğan net biçimde ifade ediyor: “Artık sahnede ne yapacaklarına bakacağız. Bir iki üç değil defalarca aldatıldık. Müzakere etmek elbette önemlidir, fakat biz asıl sahada ne olup bittiğine bakarız. Yani hem müzakere ederiz, hem de sahadaki operasyonları sürdürürüz” diyerek Türkiye’nin ikna olmadığını açıkladı.
Washington’dan gelen haberler, Amerikan derin devletinin Türkiye ile sadece Suriye’de değil başka konularda da hesaplaşma eğiliminde olduğunu gösteriyor. ABD’nin İran’a uygulamakta olduğu ambargonun bazı Türk bankaları ve şirketler tarafından delindiği iddiasıyla ağır tazminat talepleri içeren dava hazırlıkları yaptıkları konuşuluyor. Zarrab davasının Nisan’da açıklanacak kararında Amerikan Hazine Bakanlığı’na Halk Bankası aleyhinde dava açma imkânı verilip verilmeyeceğini bilemiyoruz. S400 füzelerinin alınmasını da hukuki bir sorun haline getirebilirler. Kısacası Amerika Ortadoğu’yla ilgili projelerinde en büyük engel olarak gördüğü Türkiye’yi ekonomik ve mali kanallardan sıkıştırmanın yollarını arıyor.
BATI İLE İLİŞKİLERİMİZ STRATEJİK BİR TERCİHTİR
Türkiye, her şeye rağmen Batı ittifakının dışına çıkmak istemiyor. ABD üst düzey yöneticileriyle görüşmelerin yapıldığı günlerde Başbakan Yıldırım’ın Almanya’da Merkel ile görüşmesi, iki ülke arasında iki yıl önce seçim ortamında tırmanan gerginliğin giderilmesine yönelik doğru bir adımdır. Karşı karşıya olduğumuz çok yönlü güvenlik meseleleri, ABD ve Rusya ile ilişkilerimiz ve ekonomik faktörler açısından Türkiye’nin, başta Almanya olmak üzere, Batılı ülkelerle ortak noktalarını, ilişki kanallarını güçlendirmesi gerekiyor.
Afrin’de ordumuzun başarıyla sürdürdüğü harekâtın hedefine ulaşması, milli varlığımıza yönelik tehditlerin ortadan kalkması diplomatik alanda sağlanacak başarılı sonuçlarla orantılıdır. Kısa sürede tamamlanamayacağı anlaşılan operasyonun uzamasına bağlı olarak, şimdiye kadar ciddi bir tepki göstermeyen Batı kamuoyunda “yeter artık, çekilin” yolunda giderek yoğunlaşan talepler gelecektir. Bunların sıkıntıya yol açmaması için diplomatik temaslar yoğunlaştırılmalı, özellikle etkili bir “kamu diplomasisi” yürütülmelidir. Bu konularda şu ana kadar yeterli çabanın gösterilmekte olduğunu ne yazık ki göremiyoruz.
RUSYA’YA DİKKAT
Türkiye-ABD ilişkilerindeki yumuşama eğilimlerinden, özellikle Külliye’deki “tam başbaşa görüşme” tarzından Kremlin’in tedirgin olduğu görüldü. Rejim güçlerine bağlı, İran yanlısı milislerin Afrin’e girme girişimlerinin ve rejimle YPG arasındaki görüşmelerin Moskova’nın bilgisi dışında yapıldığı düşünülemez. Rusya, PKK, PYD-YPG kartını ABD’ye terk etmeyi düşünmüyor. Bunları terör örgütü olarak nitelendirmiyor. PYD’nin Moskova’da bürosu ve temsilcisi bulunuyor. Geçen hafta bir PYD heyetinin Moskova ziyareti, üst düzey bir karşılama olmasa bile, temasların sürdürüldüğünü gösteriyor.
Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, Türkiye’nin güvenlik çıkarlarının Şam yönetimiyle doğrudan diyaloğu yoluyla korunabileceğini söyledi. Bu ifade Moskova’nın beklentisini ve isteğini yansıtan anlamlı bir mesajdır. Ancak başında Esad’ın olduğu bir yönetimin, halkın desteğini arkasına alarak Suriye’nin bütünlüğünü sağlaması, Türkiye tavrını değiştirse bile mümkün görünmüyor. Çünkü Suriye halkının çoğunluğunu oluşturan muhaliflerin, kendilerine yedi yıldır acımasız bir şiddet uygulayan Esad’ın yaptıklarını hafızalarından silerek liderliğine razı olmazlar.
ESAD’SIZ BİR SURİYE ÇOK ŞEYİ DEĞİŞTİREBİLİR
Suriye’nin toprak bütünlüğünü esas alan bir çözüm plânı hazırlanacaksa, Esad’ın sahneden çekilmesi konusunu en başa almak gerekir. Esad’sız bir Şam yönetimi Türkiye’nin işini de kolaylaştırır, manevra alanını genişletir.
Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın, Şam yönetimiyle doğrudan siyasi görüşme yapılmamakla beraber istihbarat kuruluşumuzun yani MİT’in rejimle temasının olduğunu açıkladı. Başka bir ifadeyle bu açıklama Ankara ile Şam arasında işleyen bir kanalın bulunduğunu gösteriyor. Önümüzdeki günlerde İstanbul’da toplanacağı açıklanan Soçi Zirvesi’nde Rusya ve İran ile bu konunun görüşülüp makul bir çözüm aranmasının zamanı gelmiş bulunuyor.
Cumhuriyet döneminin hatta yakın tarihimizin en ağır ve karmaşık sorunlarıyla karşı karşıyayız. Zeytin Dalı Harekâtı’nda şu ana kadar 38 şehit verdik; ama 2000’e yakın terörist etkisiz hale getirildi. Terör örgütü daha şimdiden ağır bir darbe yemiş durumda. Fakat Afrin’e girilmesiyle birlikte mesele bitmiyor; burada kalıcı bir istikrarın sağlanması kolay olmayacak. Teröristlerin şehri boşaltıp gitmeleri sağlansa bile, örgütün buradaki ahali arasında eskiden beri tabanının bulunduğu biliniyor. Terör örgütü bir süre sonra kuşatılacak olan Afrin’de tutunmasının mümkün olmayacağını görünce Şam rejiminin isteğine uyarak burayı onlara terk etmeyi düşünebilir. Türkiye rejimle karşı karşıya gelmesine yol açacak bu yöndeki bir gelişmeyi engellemek için gerekli temasları yürütmeli, önlemler almalıdır.
Türkiye’nin işi elbette kolay değil ama askeri ve diplomatik alanlarda sağlanacak başarılarla, altı boş hamasetten, duygusallıktan uzak kalarak, reel politik faktörlere ve sağlam istihbarata dayalı ustaca politikalarla bu sorunların altından kalkabiliriz. Güvenlik ve beka gibi güncel sorunlarımızı çözmek suretiyle Türkiye’yi uzun süre rahatlatacak huzurlu bir dönemi başlatabiliriz.