Afrin’den Sonrası
Afrin’in terör örgütlerinden temizlenmesi maksadıyla başlatılan Zeytin Dalı Harekâtı’nın kolay olmayacağı biliniyordu. Ancak harekât beklenenden çok daha kısa sürede, 58 günde tamamlandı. Böylece harekâtın aylarca sürmesi durumunda, Türkiye’yi suçlamaya, baskı altına almaya, inisiyatifini kullanamaz hale getirmeye hazırlanan ABD ile AB’nin yanı sıra, Körfez ülkeleri ve hatta İran umduklarını bulamamış oldular.
PKK-YPG’yi bölgenin en etkili operasyonel unsuru sanan, stratejik müttefik kara gücü olarak benimseyen, NATO’da 66 yıllık stratejik ortağı olan Türkiye’yi bir tarafa iterek teröristleri bağrına basan ABD, bu örgütün savaş kabiliyetinin gerçekte ne olduğunu görmüş oldu.
Washington, PKK-YPG’nin bölgede bulunmasının gerekçesi olarak gösterdiği DEAŞ ile savaştığını öne sürerek PKK–YPG’ye “ortak’’ muamelesi yapıyor. Her türlü desteği vererek 50-60 bin kişilik ordusu olan bir devlet haline getirmeye çalışıyor. Afrin operasyonu sahneyi aydınlattı, bazı gerçekleri gün ışığına çıkardı.
ABD, DEAŞ’ın gücünü, eylem kapasitesini, taktiksel nedenlerle sürekli olduğundan fazla gösterdi. İttifak ilişkisi kurduğu PKK-YPG’nin, aslında ciddi bir silahlı güce sevk ve idare düzenine ve askeri bir disipline sahip olmayan DEAŞ’a karşı ABD’nin yoğun hava desteği ile kolayca üstünlük sağlamasını terör örgütünün başarısı olarak ilan etti. Rakka’yı kolaylıkla ele geçirmesini terör örgütünü büyük askeri kapasitesinin eseri olarak sundu. Böylece herkesi bu iddialarına inandırmak, terör örgütünü meşrulaştırmak istedi. Ancak Zeytin Dalı Harekâtı ile ortaya çıkan tablo, bütün bu iddiaların altının boş olduğunu gösteriyor. Bölgede artık bir Türk Silahlı Kuvvetleri faktörü var. Bölge jeopolitiği ile ilgili niyet ve iddiaları bulunan bütün merkezlerin bu gerçeği görmezlikten gelmeleri mümkün değil.
Türk askerinin, binlerce kilometre ötelerden gelerek coğrafyayı şekillendirmek isteyen Amerikan askerlerinin sahip olmadığı önemli özellikleri bulunuyor. Çanakkale’de Milli Mücadele’de olduğu gibi, Mehmetçik vatan topraklarını koruduğunun bilinci içerisinde hayatını ortaya koyarak savaşıyor. Şehitlik mertebesinin askerin en yüksek rütbesi olduğuna inanıyor; gerektiğinde canını vermekten çekinmiyor. Güç kullanarak bölgeye diledikleri nizamı vereceğine inanan vahşi emperyalizmin günümüzdeki temsilcilerinin Mehmetçiğin bu özelliklerini anlaması kolay değil.
Terör örgütü büyük önem verdiği, 2014’de özerklik ilan ettiği Afrin’i savunmakta kararlı olduğunu ilan etmiş, aylarca önce hazırlıklara başlamıştı. Türkiye’nin El Bab’tan sonra ki hedefinin burası olacağını herkes biliyordu. PKK-YPG her türlü imkânı ve aracı kullanarak, bazı batılı ülkelerden mühendislik tekniği desteği alarak kent merkezini ve bölgeyi kale gibi tahkim etti. Silah ve mühimmat yığınağı yaptı. Kandil’den ve Membiç’ten takviye alarak 10 binden fazla teröristi bölgede topladı.
Bu kapsamlı hazırlıklara karşı TSK planlamasıyla, icrasıyla, kısaca her yönüyle dünyada gayri nizami savaş literatüründe okutulacak nitelikte mükemmel bir operasyon yaptı. Üç yıl önce Güneydoğuda Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı “kırsala dayalı savaş’’ stratejisi denemeye kalkan ama ağır bir darbe yiyen PKK, bir defa daha hazırladıkları hendeklerde boğuldu; aynı akıbeti bu defa Afrin’de yaşamış oldu.
Bu sonuç Türk Silahlı Kuvvetlerinin, göz bebeğimiz bordo berelilerin, Jandarma ve Özel Harekât polislerinin ve Mehmetçiğin yanında cesaretle savaşan ÖSO’nun eseridir. Türk ordusunun ve güvenlik güçlerinin gayri nizami savaş konusunda ne kadar eğitimli deneyimli ve yetenekli olduğunu bütün dünya görmüş oldu. Dünya’da bu alanda Mehmetçikle rekabet edebilecek pek az ülke vardır.
Zeytin Dalı Harekâtını planlayan, yöneten komuta heyetinin bütün faktörleri şartları karşılaşılacak engelleri doğru değerlendirerek hazırladığı plan, aksamadan uygulandı. Birliklerimiz arazide son derece dikkatli ve sabırlıydı. Böylelikle planlanan hedeflere ulaşılırken asker ve sivil kayıpların en az düzeyde olması sağlandı. İstihbarat tek kelimeyle mükemmeldi. Hedefler hem İHA’lar ve SİHA’lar hem de alandaki kaynaklarla zamanında ve yerinde belirlendi. Kara ve hava güçleri arasında iş birliği, eşgüdüm ve haberleşme başından itibaren çok iyi kuruldu. Havadan uçaklarla ve SİHA’larla, karadan topçu ateşiyle anında tahrip edildiler. Teröristler yoğun ateş altında başlarını bile kaldıramadılar.
Bu operasyon vesilesiyle İHA ve SİHA’lar konusunda Türkiye’nin kısa zamanda çok üst düzeye geldiği, akıllı bombalar ve zırhlı araçlar başta olmak üzere, silah sanayinde büyük aşama kaydedildiği, dışa bağımlılığın azaldığı görülmüş oldu.
TSK’nın oparesyonel başarısıyla Afrin harekâtının ilk bölümü tamamlandı; ancak, Afrin’in kontrol altına alınmasıyla işimiz bitmiyor; daha çok yapacak şeyler var.
PKK’nın 1984’den beri batılı taraftarlarının desteğiyle zihinlere yerleştirmeye uğraştığı yenilmezlik efsanesinin bir balon olduğu anlaşılmış oluyor. Terör örgütü sadece Afrin’den kaçmakla kalmadı, bu ağır yenilgi üzerine cesaretinden ve bölge halkları üzerindeki itibarından da çok şey kaybetti. ABD’nin ve gerekirse Rusya’nın desteğini arkasına alarak bir terör devleti oluşturma hedefinin gerçekleşmesinin bir hayal olduğunu gördü. Örgütün elebaşlarından Murat Karayılan birkaç ay önce bizzat gittiği Afrin’de Türkiye’ye meydan okumuş ne pahasına olursa olsun direneceklerini, kenti asla teslim etmeyeceklerini ilan etmişti. Teröristler yaptıkları tahkimata, hazırladıkları hendek ve tünellere, ABD’ den aldıkları ağır silahlara çok güveniyorlardı. Ancak Türk Ordusu ve ÖSO, bir hilal şeklinde yürütülen kuşatma harekâtı sırasında 3700 teröristi etkisiz hale getirdi. PKK bu bölgedeki varlığının yüzde 30’undan fazlasını TSK daha Afrin kentine gelmeden kaybetti. Bu zamana kadar Suriye’de DEAŞ karşısında kolayca kazandığı başarılarla zafer sarhoşu olan terör örgütü, yediği ağır darbeler karşısında öz güvenini kaybedip bocalayama başladı. Direnmeleri durumunda kayıplarının kendileri açısından felâkete dönüşeceğini gördü. Kendi terk edip sivillerin arasına karışan teröristler arkalarına bile bakmadan kaçtılar.
İlk aşaması başarıyla tamamlanan harekâtın amacına tam olarak ulaşabilmesi için Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da belirttiği gibi “daha yapılması gerekli şeyler var’’ bunlarla ilgili geniş bir planlamanın yapıldığı icrasına geçilmek üzere olduğu ifade ediliyor. Bu cümleden olarak, halkın kendi kendisini yönettiği bir idari yapının kurulması maksadıyla girişimlerin başlatılması doğru bir adımdır. Çünkü sadece Afrin’de değil terör örgütünün hâkimiyetinin sonlandırıldığı bölgenin her yerinde halkın kendisini özgürce yönetebildiği bir sistemin tesisi gerekiyor. Kürt halkına PKK’ya mecbur ve mahkûm olmadığı bu uygulamalarla gösterilmesi durumunda örgüte en büyük darbe vurulmuş olacaktır. Huzurun, güvenin ve istikrarın sağlanmasıyla insana saygılı dürüst ve adil bir yönetimin kurulmasıyla sosyolojinin kuralları, yasaları işlemeye başlayacağından, PKK’nın toplumsal tabanı marjinalize olur, tasfiyesi zor olmaz.
Türkiye Cerablus’ta bu tarz yaklaşımlarla başarılı sonuçlar aldı. Afrin’de benzer uygulamaların daha da kapsamlı yapılmasının etkisi, buranın özelliklerinden dolayı daha geniş alanlara yansıyacaktır. Türkiye’nin Afrin’deki başarısını içlerine sindiremeyen, karalamak için örgütün dezenformasyon çabalarına destek veren Almanya ve ABD gibi PKK’ya dost ülkeler ve çevreler bile bu gelişmeler karşısında çaresiz kalacaklar, en azından seslerini kısacaklardır.
Türkiye’nin kontrolü sağladığı bölgelerde güvenli ve huzurlu bir ortamın oluşması, halkın katıldığı idari yapının kurulması sonucunda sığınmacılar sorununun çözülmesinin önü açılacaktır. 100 binlerce insanın tekrar geldikleri mekânlara dönmesiyle, PKK ve rejimin zorbalığı sonucu bozulmuş olan demokratik dengeler normalleşmeye başlayacaktır.
Türkiye’nin Afrin’deki operasyonel başarısının politik bir açılıma dönüştürmemesi durumunda, sorunların çözümü bir yana bunlar daha da ağırlaşır. Çünkü Suriye artık hem iki süper gücün hem de İran, İsrail ve Körfez ülkeleri gibi bölgede hedefleri bulunan ülkelerin rekabet halinde oldukları bir kurtlar sofrasıdır. Gerçekleri ve reel politik faktörleri görmek zorundayız Türkiye’nin tek başına dilediği ortamı oluşturması mümkün değildir. Tarafların bazılarıyla ortak paydalarda buluşup işbirliği yapabilmeliyiz. Suriye konusuna çözüm bulmak maksadıyla düzenlenen uluslararası toplantılarda, görüşme masalarında elimizi güçlendirmemizin yolu bu tarz ilişkilerin kurulmasına bağlıdır.
Pompeo’nun Dış İşleri Bakanı olmasının ardından, benzer özelliklere ve görüşlere sahip John Bolton’un “Ulusal Güvenlik Danışmanlığı’’na getirilmesi, ABD’nin dış politikasında stil dozajının yükseleceğini daha çok İsrail’in çıkarlarına göre şekilleneceğini gösteriyor. Washington’da uluslararası sorunları zora başvurarak önlemekten yana olan küresel huzur ve yükümlülüklerini külfet sayan, savaşmaya hazır bir ekip iş başında. Bu durum Türkiye-ABD ilişkilerini doğal olarak etkileyecektir. Nitekim eski Dış İşleri Bakanı Tillerson ile geçen ay Ankara’da kararlaştırılan görüşme takvimi askıya alınmış görünüyor. Türkiye’nin bütün dikkatini terör tehdidini ortadan kaldırmaya yönelik girişimlere verdiği bu kritik dönemde, ABD’den İran’a yönelik radikal siyasi ve askeri hamleler gelebilir; Türkiye’nin desteği istenebilir.
Trump ve şahinleri, İran’a güç kullanarak rejim değişikliği yapmaya, yönetimini düzenlemeye kalkarlarsa korkulan olur. Ortadoğu’da her şeye rağmen huzur ve istikrar adına kalabilen ne varsa, sekiz büyüklüğünde bir depremle yıkılır. Sadece İsrail’in kazançlı çıkabileceği bu çaplı bir yıkımdan Türkiye’de büyük bir zarar görür. Türkiye bütün imkânlarını ve politik kanalları kullanarak konuyu uluslararası bir meseleye getirmeye, yaşanabilecek muhtemel bir kıyameti engellemeye çalışmalıdır.
Diğer yandan Suriye’de merkezi hükümetle ilişkilerimizi sonsuza kadar, şimdi olduğu gibi askıda tutamayız, tutmamalıyız. Ancak başında Esad’ın bulunduğu bir yönetimle ilişkilerin normalleşmesi mümkün olamaz. Rusya, İran ve ABD ile Suriye konusu görüşülürken bu gerçeği ısrarla vurgulamamız gerekir. Yedi yıldır Suriye’de yaşanan ölümlerin, acıların zulümlerin, ülkenin harabeye dönüşünün baş sorumlusu olan Esad başta olduğu sürece, ne ortam normalleşir ve ne de Suriye’nin toprak bütünlüğü korunabilir. Oysa Esad’ın başında olmadığı bir Şam yönetimiyle hem Türkiye’nin, hem de rejimle kavgalı olan muhaliflerin ilişki kurmalarının önü açılabilir. Türkiye’nin Suriye’de sorunun çözümüne yönelik etkili bir siyasi açılım yapabilmesi için bu yolu denemeye ağırlık vermelidir.